Necip Fazıl’ın Reis Bey piyesini okumuş, izlemişsinizdir; filmi de vardı 1988 yapımı… Nereden mi hatırıma geldi? Orada Reis Bey'e mahkûmun söylediği bir sözü daha yeni anladım da o yüzden… Reis Bey'e ne diyordu o piyeste mahkûm? “Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!” diyordu… Ağlamak ayrı bir şey, ağlamayı yaşamak ayrı bir şey olduğunu o zaman anladım…
Ağlamak, gözlerden süzülen tomurcuklar da olabilmektedir sessiz sedasız… Ağlamak bazen gözlerin söz dinlemediği anların tezahürü belirtisi de olabilir… Çoğunlukla bu tür durumlar samimidir ve karşıdakini etkiler… Bunun sanatçı ve aktör dediğimiz kimseler tarafından rol olarak yapılması bile izleyiciyi etkileyebilmektedir.
Bazen haklı olduğu hâlde hakkı yenildiği hâlde, gücü yetmediği ve çaresiz kaldığı anlarda da susar insan ama gözüne söz geçiremez…
Bazı ağlamalar vardır gözlerden çıkan yaş ile ağızdan çıkan ses arasında bir orantı yapıldığında sesin yaştan çok daha fazla çıktığı ağlamalardır… İslam öncesi Türklerde yaşanan ve uygun olmadığı hâlde Anadolu’nun bazı yörelerinde hâlâ devam edegelen "yasçılar" ve "ağıtçılar" vardır. Hatta kimileri için “düğünevinin tefçisi, ölü evinin yasçısı” deyimi kullanılır her tarakta bezi var anlamında… İşte bu yasçıların gözlerinden çıkan yaş ağlama değildir ağıt yaşıdır, ama söyledikleri sözler daha profesyoneldir.
Ağlamak bir yakınını kaybettiğinde veya bir üzüntü yaşadığında ses çıkarmaya gerek duymadan gözlerinden çocuklar gibi yaş akarak ağlamaktır ki burada çıkan ses ağıdın kendi öz sesidir. Ve ben bu ağıdı, ağlamayı cenazesini almaya gelenler arasındaki genç bir kadının, kapı önüne oturup çaresizliğin tamamını hücrelerine kadar yaşayan ve sevdiğinin bir daha geri dönmemek üzere veda ettiğini öğrenen bir müdrik bedenin çaresizliğini, Rabbine isyan etmeden ama içindeki hasret acısına dayanamayan bir çaresizlik olarak gördüm… Sadece ben değil benim gibi birkaç kendi cenazelerini bekleyen kimsenin de görüp onun adına kenarda Allah’a yalvarıp “Allah’ım sabır ihsan et… Allah’ım sabır ihsan et!” demek zorunda kaldıklarını gördüm…
Semiramis Üstüntaş
ŞİİR
Şükürler olsun
Şükürler olsun sana, doğmadan rızkım verdin
Çeşit çeşit tat verdin, sevgi verdin aşk verdin.
Şükürler olsun sana, şükürler olsun
Sayısız nimet kadar, aldığım nefes kadar
Şükürler olsun, görmek için göz verdin,
Tatmak için dil verdi, tutmak için elverdin.
Şükürler olsun sana, şükürler olsun.
Sayısız nimet kadar, aldığım nefes kadar.
Şükürler olsun, dal ile çiçek verdin
Arı ile bal verdin, sebeple her şey verdin.
Şükürler olsun sana, şükürler olsun.
Sayısız nimet kadar, aldığım nefes kadar
Şükürler olsun, güneş verdin ay verdin,
Yıldızlarla yön verdin, bahar verdin yaz verdin.
Şükürler olsun sana, şükürler olsun,
Sayısız nimet kadar, aldığım nefes kadar
Vedat Alacaoğlu
TARİHTEN BİR YAPRAK
RUMELİ HİSARI'NIN ŞEKLİ: Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u almadan önce Boğaz’ın Avrupa yakasındaki en dar yerine, Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Anadoluhisarı’nın tam karşısına boğazları kontrol altına almak için bir hisar yaptırmak isteğindeydi... Devrin ünlü mimarı Muslihiddin Ağa bu eserin planlarını çizerken gece gündüz başında durarak ona nezaret etmiştir. Özellikle kulelerin yerleri ve hisarın iç düzenlemesi için her yerin konumunu arazi arızalarına uyum göstermeksizin ayrı ayrı belirtmiştir. Fatih niçin planların konumları üzerinde ısrarlıdır? İlliyet kanunlarına göre bunun bir sebebi olmalıydı... Günümüz araştırmacıları, Rumelihisarı üzerinde havadan bir inceleme yapınca çok garip bir gerçek ortaya çıktı. Çünkü yaklaşık 500 metre yükseklikten, deniz tarafından bakıldığında Rumelihisarı’nın konumu, Osmanlıca bir tür el yazısı şekli olan Hattı-Kûfi ile yazılmış “Muhammed” kelimesi yazıyordu...