Bunlar ne sosyal medyada anlatılır, ne derslerde okutulur. Oysa bu bizim kültürümüzdür. Neden mi söz ediyorum? Kültür ve Turizm Bakanlığımızın e-Devlet sitesinde yer alan çobanlık hakkında bir güzel yazıdan… Size özetleyeyim. Anadolu’da birçok yerde sığır güdene “nahırcı”, koyun güdene “çoban”; kuzu güdene, “kuzucu” denirmiş. Köylerde ise; koyun güdene “şivan”; kuzu güdene “behrivan”; sığır güdene ise “güvan” denirmiş. Çobanın yardımcısına ise “davaro” deniliyormuş. Yedi-sekiz hane bir olup çoban tutarlarmış. Hanelerden birisi çobanı istemezse, o hane ayrılırmış. Çobanın giydiği kıyafete “Kulav”, başındaki örtüye “kalpak” veya “kavel” denirmiş. Çobanın eşeği, el feneri ipi, yün çorapları, keçesi, su kabı ve değneği sürekli yanında bulunurmuş. Çobanın ekmeğini içerisine koyduğu, ekmeğin yumuşak kalmasını sağlayan kaba “davarcık” denirmiş. Çobanın köpeği sürekli yanında olup çoban uyuduğu zaman gece de sürüyü beklermiş. Gece hayvanlar kaçmasın diye çoban; uslu bir hayvanı seçer, iki metre uzunlukta bir bağcık yapar onun bir ucunu hayvanın boynuna, boğulmasın diye düz tahta ile usulünce bağlar diğer ucunu koluna bağlarmış. Buna “bağcık” denirmiş. Gece hayvanlar acıkıp otlamak için giderken o koyun da gitmek ister o zaman da bağcık çobanı uyandırırmış. Çoban böylece sürüsünden haberdar olurmuş...
Hayvanların gece otlamasına “sevin” deniyormuş. Hayvanlar dağda kaldığı süre içerisinde haftada bir gün köye tuz yemeye getirilirmiş. Tuz, hayvanın iştahını açarak gelişmesini sağlarmış. Tuz yemeye geldiklerinde hayvanlar bir sabah bir ikindide iki defa sayılırmış. Bu sayım işine “beri” denilirmiş. Erkekler beriye gitmezmiş. Kadınlar toplu olarak gider bu sayımla birlikte sağdıkları süt kaplarına da nazar nazarlık takarlarmış. Sürüye nazar değmesin diye çoban; sürünün içerisinde sadece iyi olan koyunlardan birisine nazarlık takarmış. Çobanlık görevi bitince çoban sürüyü köy meydanına getirir, mal sahipleri orada çobanla helalleşerek hayvanlarını teslim alırmış. Bu gelenek hâlen devam etmekteymiş.
Hakan Sağıroğlu
ŞİİR
Zamansız gel
Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde
Mahkûm etmiştin kalbimi hasret denilen derde
Ansızın çıkıp karşıma ruhuma müjde ver de
Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde
Sonlandır artık azabı çekilen acı yeter
Ayrılık denilen illet ölümden de bin beter
Sohbette adın anılır tenin gözümde tüter
Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde
Taşınmıyor al sırtımdan hasretin küfesini
Hep kalmak için geldim de aç gönül kafesini
Sımsıkı sarıl boynuma hissettir nefesini
Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde
Çoraklaştı gönül tarlam son suyunu sen verdin
Yıllar var ki sürdürmedim son mahsulü sen derdin
İlmeği takıp boynuma urganı nasıl gerdin
Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde
Zaman unutturdu sanma yanarım küllenmedim
Hazan vurmuş gülistanım kurudum güllenmedim
Sevda şakıyan bülbüldüm lâl oldum dillenmedim
Tesadüfen karşılaşsak hayaller kurdum serde
Hiç olmadık bir zamanda hiç olmadık bir yerde
Osman Ercan
KELAM-I KİBAR KİBAR-I KELAMEST
Büyükler buyurdular ki: Her şeyin bir yasası var. Tasavvufun anayasası; vermektir. Yani seninki senin, benimki de senindir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"; "Bilin bakalım Cennette benim sağ yanımda kim olacak?" buyurunca Eshab-ı kiram, "Allah ve Resulü bilir" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, "Cennette benim sağ yanımda, ahlâkı güzel olan bulunacaktır" buyurdular. Eshab-ı kiram sordular; ahlâkı güzel olan kimdir? Peygamber efendimiz "aleyhisselam", "Kızmayan, insanlara iyilik eden" buyurdular.