Küçük kız babasının soyduğu elmalara baktı. Kıştan beri elma yememişlerdi. Biraz önce dalından elleriyle topladığı açık yeşil, biraz da sarımtırak bir rengiyle iri ve dolgun elmalar çok güzel gözüktü gözüne.
Temmuz ayının sonunda, evlerin arasında sıkışıp kalmış bir elma ağacı, meyvelerinin ağırlığıyla neredeyse yerlere kadar eğilmişti. Dallarında onlarca irili ufaklı elma vardı. Yer yer kurtlandığı belliydi. Otlardan geçilmeyen bahçede unutulmuş ve belki de onun için ilaç yüzü görmemiş elma ağacıydı o. Çok yukarılara uzanmaya gerek kalmadı. Yerlere uzanmış dallarından kopardı, iri ve güzel olanlarını. İşte eve geldiğinde onlardan birini kızı için soymaya başladığında o soruya istemsiz ve belki de gayriihtiyari ya da geçmiş yılların biriktirdiği ve bizim aslında çok da farkına varamadığımız tecrübeyle cevap verdi:
“Bu elmalar mayhoş kızım!”
Beş yaşındaki bir çocuk için elmanın mayhoşluğunu anlamasını beklemedi elbet. Sonra bir an çocuğuna elmanın tadını nasıl izah edeceğini tahayyül etti. Sonra duygular hücum etti beynine...
Hayat tatlıydı; ama acıları da ekşileri de mayhoş anları da vardı. Tıpkı insanlar gibi… Ekşi limonun kabuğunu sürtüp onu şekerle harmanladıktan sonra soğuk bir limonataya çevirmek elimizdeydi. Bahçenin sahibi de elmalarının ekşiliğini bildiği için onları doğrayıp güneşin kollarına salıp uyutmuştu. Elma kuruları kışın güneşin sıcaklığını versin diye torbaya koyup saklamıştı.
Elmalar mayhoştu. Bir iyi bir kötü giden dostluklarımız gibi. İnip çıkamadığımız hayatımız gibi. Elmaları tatlandırmak belki de şeker katıp reçel yapmak ya da bir marmelata çevirmek, güneşte kurutup elma kurusu yapmak mümkündü.
Ya bizim mayhoş hayatımız?
Cevabını bilemedi. Bazen “soruyu sorabilmek, cevabı bilmekten iyidir” diyerek kendini kandırdı. Bu arada ayaklarının yanında bir ses belirdi;
“Baba, neden duymuyorsun beni? Hani elma verecektin?..”