Sarıkamış kar altında -2

A -
A +

Maiyetindeki kumandanların itirazlarına rağmen ileri harekâtı ağır kış şartları altında sürdüren Enver Paşa, Sarıkamış Harekâtı olarak anılan bu harekâtta 130 bin kişilik ordu mevcudunun çok büyük bir bölümünün Allahuekber Dağlarında donarak şehit olması üzerine 10 Ocak 1915’te cepheyi terk ederek (kaçarak) İstanbul’a döner. Muzaffer bir kumandan edasıyla İstanbul’a dönen kahramanımız (!), basına verdiği demeçte Rusların gözünü nasıl korkuttuğunu anlatacaktır.

 

Sarıkamış savaşlarında 90 bin şehit verdiğimiz genel kabul olmakla birlikte, gerçekte verdiğimiz kayıplar konusunda maalesef sağlıklı hiçbir bilgi yoktur. Şehitlerimizi terk ederek cepheden firar eden Enver Paşa, Sarıkamış’ı bir daha hatırlamayacaktır. “Bitti paşam; ordumuzun tamamı mahvoldu" sözüne karşılık, “Zaten ölmeyecekler miydi?” diye cevap veren bir insandan başka ne beklenir ki? Şehit naaşları, karların erimeye başlaması üzerine Rus yetkililerinin nezareti altında Müslüman köylülerden oluşturulan işçi grupları vasıtasıyla toplanıp, imamlar gözetiminde icra edilen dinî merasimin ardından toplu mezarlara defnedilir. (İslam Ansiklopedisi) Hâlbuki 1960 senesinde Sarıkamış'ta askerlik yapan rahmetli babam, Sarıkamış ormanlarının sayısız insan iskeletleriyle dolu olduğunu anlatmıştı. Anlaşılan yerleşim yerlerine yakın yerlerde naaşlar defnedilirken, dağlarda ve ormanlardaki mübarek şehit yavruları kuşa kurda yem edilmiştir. Maalesef aynı durum başta Çanakkale olmak üzere, bütün cephelerde yaşanmıştır. Şehitlerini ve esirlerini yaban ellerde unutmaktan daha utanç verici bir durum ne olabilir ki? Gerçi, insanın dirisine değer vermeyenlerin, şehidine değer vermesi zaten beklenemez.

 

Sarıkamış’ta Mehmetçiği kar değil, ‘gaflet, dalalet ve hatta hıyanet’ dondurdu. Ve bu vebal, Enver Paşa’ya aittir. Tecrübeli ordu komutanlarına itibar etmeyerek, tarihte eşi görülmemiş bir faciaya yol açmıştır. Bir diğer facia ise, bu facianın bu zamana kadar bu milletin çocuklarına anlatılmamasıdır.

 

İdris İspiroğlu

 

 

 

 

 

ŞİİR

 

 

 

SILADA OLSAYDIM

 

 

 

Bir mektup yazdım gene sılaya,

 

Sordum benim için ağlayan var mı?

 

Gurbette perişan hâlimi duyup

 

Hasretle yüreğin dağlayan var mı?

 

 

 

Gurbetin çilesi perişan etti,

 

Ayrılık hasreti canıma yetti,

 

Mutluluk kalmadı huzur terk etti

 

Sıladan bir haber sağlayan var mı?

 

 

 

Sıladan bir haber alamıyorum.

 

Alıp da huzuru bulamıyorum.

 

Anne baba ayrı duramıyorum,

 

Ayrılıktan yürek dağlayan var mı?

 

 

 

Yârin hayalini aldım gözüme,

 

Çocuklarım hece oldu sözüme.

 

Komşularım ışık saçar yüzüme,

 

Sılada coşup da çağlayan var mı?

 

 

 

Usta Süleyman’ım dertlerim azdı,

 

Kalem hep kâğıda acıyı yazdı.

 

Sılada olsaydım böyle olmazdı,

 

Beni gelsin diye çağıran var mı?

 

 

 

Süleyman Usta

 

 

 

 

 

DUYGU DAMLASI

 

 

 

Farklı yaklaşım: Çocukluğumdan kalmadır... Her yeri homojen ısıtan kaloriferden çok, odaya her giriş çıkışta yeniden kucaklaştığım sıcaktan dolayı, soba severim ben. Mırıl mırıl yanan bir soba... Çıtırdak, mavi alevlerin içinde oynaştığı, gece odalarının duvarlarında kızıl bulutlar oluşturan sobaları özlerim. Odunların ya da kömürün, ateşe teslim oluşlarını görmeyi, attıkları çığlıkları dinlemeyi severim. Isıyı esir almışsınızdır o anda. Ona kendi gerçekliğinizi yüklemiş, onu yönlendirme kabiliyetini kazanmışsınızdır. Keza, gerçek ışık da üzerine yürüdüğüm konudur... Çok aydınlık sevmem oldum olası. Loş olmalıdır mutlaka, tepeden değildir ideal aydınlatmam. Gün ışığında da pırıl pırıl atmosferleri değil, prizma kırıklıklarının süzüldüğü iç içe geçmiş renkleri ve köşe bucak saklanmış akşamdan kalan silüetleri arar gözlerim. Gerçek ışık kavramı, ışığın farkına vardığım hâlidir. Önemsediğim, üzerine yorulduğum karaltıların belli belirsiz hayalleridir.  [Hakan Kınay]

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.