Doğu Türkçesinin hemen bütün güzelliklerini kendi sanatında toplayıp, Orta Asya Türk edebiyatını, en yüksek noktasına ulaştıran meşhur şair ve edip ve devlet adamıydı Ali Şir Nevai... Afganistan’ın Herat şehrinde (1441’de) doğmuştu. Sultan Hüseyin Baykara ile hem sütkardeşi hem okul arkadaşı idi. Hüseyin Baykara sultan olunca onu yanına aldı. Sarayda birçok görevlerde bulundu. Pek çok âlim ve velî zât ile sohbet etti. Hükümdardan sonra en nüfuzlu en yetkili kişi oydu. 1501 yılında vefat edince Hüseyin Baykara cenazeye bizzat katılmış, arkadaşını Kudsiye Câmiî yanında hazırlattığı türbeye defnettirmiştir.
Ali Şir Nevai kim miydi? Temiz ahlâklı, samimî bir insandı. Tedbirli ve heybetli bir devlet adamıydı. Servetiyle, sultanın verdiği arsada kendi adını taşıyan bir mahalle kurdu. Beraberinde çeşitli yerlerde sayısı 370’e varan saray, câmi, medrese, han, hastane gibi hayır kurumları yaptırdı.
Ama o aynı zamanda büyük bir şairdi. Arapça ve Farsçayı çok iyi biliyordu ama çocukluğunda, gençliğinde, olgunluk ve ihtiyarlık yıllarında söylediği Türkçe şiirlerini 4 ayrı divanda topladı. Bir de Farsça divanı vardır. Divanlarında toplam 37 000 beyit vardır. Nevai, edebiyatın inceliklerini gayet iyi bilir, dili ustalıkla ve çok iyi kullanırdı. Eserlerinde Türkçenin fesahati açıkça göze çarpardı... Otuz yıllık memuriyet hayatında devletten hiç maaş almamıştı. İlminin yanında mimarlık ve hattatlıkta da maharet sahibiydi.
Türk edebiyatına ciddi anlamda 50’den fazla eser kazandıran Nevai’nin asıl dikkat edilecek yönü, işlediği klasik konulara vermiş olduğu şahsi üslup ve kazandırdığı millî özelliklerdir. Bu yüzden onun her eseri orijinaldir. Çağatay edebiyatını zirveye çıkarmış, onu pek çok şair örnek almıştır. Onun Osmanlı dönemindeki etkileri, 1799’da vefat eden ve divan edebiyatının son temsilcisi olan Şeyh Gâlib’e kadar sürmüştür.
M. Sevim Cengiz
ŞİİR
SON DEM…
Son demde son nefesi, elbet biz de vereceğiz
O anda ölüm meleğini, yanımızda göreceğiz
Ecel bize biz ecele, koşa koşa gideceğiz!
Kaçış yok, kurtuluş yok, biçare öleceğiz!
Can çıkıp gidende, yıkanacak bedenimiz,
Aklanıp paklanınca, sarılacak kefenimiz,
Ses yok, ışık yok, buz gibi olmuş tenimiz!
Omuzlarda tabut ile; artık son seferimiz!
Toprak kazılmış işte, bekler bizi bağrına,
Artık seslensen de kimse gelmez çağrına,
Topraktır merhemim, bundan sonra ağrıma
Dua beklerim sizlerden, budur artık hayrıma!
Yatırdılar sağ yanıma, kıblemiz de bu yöndü
Toprak örttüler üzerime, gelenler geri döndü,
Kapkaranlık bir oda; gözlerin feri söndü!
Uzun sandığım ömür, sanki kısacık gündü!
Çetin İsmail der ki; ‘dünyam koca bir gaflet’,
Affet Allah’ım… Çok günahkârım; affet
Ölmeyecek gibiydik, kalmadı güzel haslet
Rahmetinle bizleri de Cennetine kabul et!..
İsmail Çetin
TARİHTEN BİR YAPRAK
OK: Ok eski Türklerde de millî silah olarak kabul edilmekteydi. Çeşitli destan ve halk hikâyelerinde oktan övgüyle söz edilmektedir. Hatta Oğuz kelimesinin “oklar” anlamına gelen “ok+z”dan geldiğini ve z harfinin çoğul eki olduğunu iddia eden dil bilimciler vardır. Aslında “z” eki diz, göz, söz, gibi birçok kelimede vardır. Okun sembol olarak kullanıldığı da olmuştur. Oğuzlar, Bozoklar ve Üçoklar diye iki kola, Göktürkler de on oklar diye on büyük kola ayrılmıştı. Orta Asya'da yapılan arkeolojik kazılarda ele geçen oklar, Türklerin ok yapımında çok maharetli olduğunu gösterir.
Dede Korkut Hikâyelerinde bir Türk'ün alp, yâni kahraman olabilmesi için uçan kuşları ok ile düşürmesinin gerektiği belirtilir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, özel mektuplarında ok ve yayı tuğra olarak kullanırdı. Divan edebiyatında ok, sevgilinin kirpiklerine yay da kaşlarına benzetilir.
Osmanlılarda okçuluk büyük önem taşımış, okçuların yetişmesi ve eğitimi meselesi devlet seviyesinde ele alınmıştır.