Ülkemiz Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasıyla birlikte çevresinde irili ufaklı birçok devlete komşu durumunda olan bir ülke hâline gelmiştir. Son üç yüz yılı karanlık olan tarihin son elli yılı da neredeyse tamamen algı üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır. Öyle ki ülkemizin etrafı düşmanla çepeçevre sarılı, emelleri uğruna gece gündüz çalışan devletlerle doludur. Sanki Suriye, daha çok su ve Hatay’ı geri istiyor. Biraz eline fırsat geçse “Güney Anadolu” diyecek… Sanki Ruslar; “Boğazlar”, “Kars, Ardahan, Artvin…” emellerinden vazgeçmiş değil. Sanki Ermenistan; “Güney Doğu” diyemiyor ama imkân kolluyor. Sanki İran; bize dost gibi görünüp pusuya yatmış sırtımızdan hançerlemeyi bekliyor. Sanki Bulgaristan, gücü yetse Edirne’yi yeniden isteyecek. Sanki Yunanistan; “Ege Bölgesi”, “İstanbul”, “Trabzon”, “Kıbrıs” ve dolayısıyla “Ayasofya”ya yeniden çan takmak istiyor.
Oysa bunların hepsi başarılı diplomasiyle çözüme kavuşabilecek meselelerdir. Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nin tek mirasçısı olduğu söylemi günümüzde Türkiye’ye bir şey kazandıracak değildir. Ülkemizin problemi hep aynı… Yıllardır değişmiyor. Peki niçin? Niçin olacak, hadiselerden ders almayıp, çabuk unuttuğumuzdan. Mesela biz hâlâ binlerce vatandaşımızın savaşlarda ölmesini, esir olmasını ders kitaplarında gereği kadar okuyup sebep ve sonuçları hakkında çocuklarımızı bilgilendiriyor muyuz?
Ama her birimizin beynine bu coğrafyanın ülkelerini ve insanlarını birbirine düşüren çok uluslu güçleri değil de birbirimizi suçlamak üzere öğretilen bilgilerle birbirimize düşman kesiliyoruz. Oysa tarih dün olduğu gibi bugün de tekerrür etmektedir.
Dolayısıyla kendi kendimize gelmek için dünümüze bakmak dünümüzü öğrenmek zorundayız. Bütün yerli ve yabancı devlet arşivleri taranmalı, her türlü bilgi ve belge önce kendi çocuklarımıza sonra da dünya insanlığına anlatılmalıdır. Küçük hesaplar uğruna istikbalimizi hiçe saymamalıyız. Bölgemizde kalıcı huzur ve istikrar için bölgemizde dün olanları ve bugün olması istenenleri tüm dünyaya diplomasi yoluyla iletmeliyiz. Devir kuru kuruya kahramanlık ve hamaset yapma devri değildir. Devir ilimde bilimde yerli ve millî bilgiye ulaşma devri olduğu kadar tarımdan hayvancılığı, küçük ve orta ölçekli sanayicilikten ziraata kadar kendine yeten ve nüfusu sağlık eğitim ve kültürel açıdan olgun ekonomik açıdan kimseye muhtaç olmayan bireylerden oluşan devlet hâline gelme devridir.
Mehmet Can – Araştırmacı / Yazar
ŞİİR
Kalbimin sahibi senmişsin meğer
Uzanıyor karşımda, sakin dingin
Üzerinde köprü zarif bir gelin
Bir de sen varsın endamlı, narin,
Kalbimin sahibi senmişsin meğer.
Ararken huzuru bulmuştum seni,
O zaman anladım hayat, gerçeği,
Sadece sevmekmiş işin özeti,
Kalbimin sahibi senmişsin meğer.
Sarardı bedenim, senin sürurun
Bakmazdım maziye, işte huzurum
Seninle olunca kalmaz kusurum
Kalbimin sahibi senmişsin meğer.
Ne aradığını bilmezsen eğer,
Ne fark eder sana, bulduğun yeter,
Bilsen aradığın bir cana değer
Kalbimin sahibi senmişsin meğer
Arardım kendimi bilmezken seni,
Sanırdım yalnızlık insan kaderi,
Bulunca ruhumun ikiz kardeşi,
Kalbimin sahibi senmişsin meğer
Uz. Dr. Ümit İpeksoy- Sakarya
UNUTULMAZ ESERLER
VAKIF GUREBA HASTANESİ: İstanbul’da Şehremini semtindeki vakıf olarak yapılan hastanedir. Sultan Abdülmecid Han'ın hayır yapmayı çok seven annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1843’te İstanbul’da çok sayıda ölüme sebep olan çiçek hastalığı sonucunda sağlık kurumlarının yetersiz kaldığını gören İkinci Mahmud’un kadın efendilerinden olan, I. Abdülmecid’in annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan bir hastane yaptırmak istemiştir. Mekân olarak da bugünkü Çapa ile Vatan Caddesi arasında bulunan, o zamanki adıyla Yenibahçe Çayırı uygun görülerek hastane yapılmaya başlamıştır. 1845’te hizmete açıldı. Bu sene 176 yılını doldurmuş bulunan çalışma hayatında, yurdun dört bucağından gelen yüz binlerce vatandaşımıza şefkat ve şifa kucağı olmuş bulunan Vakıf Gureba Hastanesi ki artık Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi olmuştur, tarihimizin şifa kurumlarından en önemlilerindendir.