Orta yaşlı öğretmen çok sevdiği öğrencileriyle o gün tefsir dersi çalışırken öğretmen surenin ilk âyetlerinde geçen yetim ve yoksul kelimelerini görünce gençlik yıllarını hatırladı... Çünkü kendi hayatı âdeta iki bölümden oluşmuştu. Lise yıllarına kadar olan orta halli bir hayat. Liseden sonra ise yetim ve yoksul bir hayat. Kendisi orta gelirli bir ailenin çocuğuydu. Babası ve annesini düşündü. Hayır yapmayı seven bir anne ve babası vardı. Cuma akşamları babası, cebindeki kâğıt paraları minderin üstüne dizer sonra da bunları yetim ve yoksul ailelere götürmesini söylerdi. O da babasının verdiği paraları dağıtırdı. Bazen de annesinin pişirdiği yemekleri aynı şekilde dağıtırdı.
Kendisi büyüdüğünde de etrafındaki insanlara “yardımlarınızı bazen çocuklarınız aracılığıyla yapın ki onlar da etkilensin” derdi.
İmam-Hatip Lisesine yazılacağı sene babasını kaybetmişti. Durumları artık iyi değildi. Lise ve üniversite yıllarında kendisi yardıma muhtaç hâle gelmişti ama kendisine yapılan yardımlar kendisinin yaptığı gibi değil biraz onur kırıcı hâldeydi. Yardımın gizli olması gerekirken kimileri bunun reklamını yapıyordu.
Annesinin ve babasının hayırseverliğini hatırladı. Onlar gibi olmak istiyordu. Görev yaptığı okulda aç ve ihtiyaçlı çocuk olmasın istiyordu. Ve öyle de yaptı. Her ne kadar ilk zamanlar “bu kadar ihtiyaçlı çocuklara tek başıma nasıl yardım edebilirim” diye düşündüyse de Rabbim vesileler halk ederek onu darda bırakmadı. Çünkü o babasından hep şunu duyardı:
“Eğer siz görünmeyene inanırsanız, Allah size başkasının göremediği gösterir...”
Gerçekten de hep böyle oldu. Orta yaşlı öğretmen uzun uzun daldığı hatıralarından o sırada dinlediği öğrencisinin Maun suresini bitirmek üzere okuduğu son âyet ile çıkmıştı: “Hayra da mâni olurlar. Parayı sevenler, paradan başka derdi olmayanlar, başkasının derdiyle dertlenmeyenler. İçimizdeki ve dışımızdaki engeller, mâniler…”
Abdulvasih Duran
ŞİİR
PEMBE HAYALLER
Dün gece rüyada gördüm yine seni
Pembeler içinde gülüyordun bana
Üstüme aldım aldım ümitle, cesurca.
Beni anladı. Beni o da sevdi ki: Güldü
Zavallı kalbim heyecanlandı çok,
“Eşimi buldu” diye. Sesten hızlı atışlarıyla
Geldi mi? Gördü mü ki? Beni
Gözler onun gözlerini arar olmuş,
Ruhum onun ruhuna haset yasta
Eller grevde onun elleri olmayınca
Bir gülüşün tesiri ile şok olan ben
Ümit evet ama kırık dökük hazan ben
Taze bahar, pembe gül ve gülizar
Ben yine bedbaht, bitkin ve miskin
Diyemediğimi satırla döküyorum.
Ümitle kelimeleri özenle seçerek
Belki!
Okur da anlarsın. Ümitsizliğin ümidinde
Lütfü der: “Uyan bu rüyanda dostum
Gerçeği gör! Rüyayı değil
Sen çölde kaktüs. O sarayda gül.”
Lütfü Yarar
Büyüklerimiz buyurdular ki: Şah-ı Nakşibend hazretleri (kuddise sirruh) buyuyorlar ki; Hiçbir bî-edep, vâsıl-ı illallah olamaz. Hiçbir edepsiz, Allah dostu olamaz. Edep deyip geçmeyelim. Dolayısıyla, insanın kalbinin içine giren feyiz, o edep ve bu şartlar sayesinde insan kalbine, vücuduna faydalı olur. Peki Cehennemlik olanlara girmez mi? Girer. Ama girse de ne faydası var? Onların (bid'at ehline, kâfirlere, edepsizlere) kalbine giren o feyiz, değişir, zehir hâlini alır. Aynı, şeker hastasının baklava yemesi gibidir. Baklava güzel ama şeker hastası yiyince, o baklava zehre dönüşür.”