Zarafetle nezaketi, kültürle bilgeliği sentezleyen, tek kelimeyle bir "İstanbul beyefendisiyle" karşı karşıyayım. Türk futbol tarihinin unutulmazlarından Turgay Şeren... Mütevazi ve her daim güleç bir sima... Böyle dört başı mamur bir ortam bulunca şımarmıştım. Futbolla başlayıp insan genomunun ne kadarının çözüldüğüyle devam etmiş, zaman makineleri ile muhabbete nokta koymuştum. İşte onunla yaptığım söyleşinin konumuzla ilgili kısımları... Turgay abi, zaman yolculuğuna doğduğunuz yıllardan başlasak... 15 Mayıs 1932 doğumluyum. Babam Atatürk'ün "kalem-i mahsusa"sı, yani özel kalem müdür yardımcılarından biri olan Sabit Şevki Şeren... Ben doğduğum zaman Atatürk'e bildirildiğinde, "Sabit bu çocuğun adını ben koyayım" demiş ve Türkay ismini vermiş. Soyadımızı da o koymuş. Herkes sizi Turgay olarak biliyor. Evet, Fransız öğretmenlerimden yâdigâr kalan bir isim. Türkçe dersi hariç bütün hocalarımız Fransız'dı. Fransız alfabesinde "ü" harfi yoktur. Dahası, Fransızlar "k" harfini "g" olarak okuduklarından, hocalarım "Türkay" diyemez "Turgay" diye okurlardı. Öyle ki herkes bana Turgay demeye başladı. Fakat pasaportumda, nüfus kâğıdımda, ehliyetimde ve işimdeki bütün yazışmalarımda adım Türkay Şeren diye geçer. Atatürk'le ilgili başka hatıralarınız var mı? Benden 2-3 yaş büyük ağabeyim var. Bir gün Atatürk her ikimizi de dizlerine oturtup dondurma yedirirken ben vişneli dondurmayı pantolonuna dökmüşüm. Herkes panik içinde ayaklandığında, "Önemli değil, yıkanırsa çıkar" demiş. Yanağımdan öpüp gitmiş. Annenizden bahsetseniz... Annemin doğum yeri bugün Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Nevrakov... Ama şimdiki Bulgarlar'a soruyorum bilmiyor. Çünkü yer isimleri büyük ölçüde değişmiş. Babam, "Ben bu kızla evleneceğim" diyor ve evleniyor. Annem Fransızca öğretmenliği yapıyordu. Babanız? Babam sert bir adamdı; sert ve otoriter. Bir şey istedi mi gerekirse zor kullanan bir adam... Babamın huylarından biraz almışım ki benim için de bazen aksi diyorlar, yazılarım agresifmiş. Galatasaraylılık nasıl başladı? Galatasaray Lisesi'ne girdikten sonra... Buraya girmenizde babanızın bir torpili oldu mu? Hayır aksine babamın çevresi sıfırlanmıştı. İnönü, Atatürk ölünce etrafındakileri Türkiye'nin dört bir tarafına dağıtıyor. Babamın nasibine de Ağrı'nın bir ilçesinde kaymakamlık yapmak düşüyor. Bu ailemiz için çok acı olmuştu. Zira önce annemle babam ayrıldılar. Hemen sonra hükümetin gösterdiği bu tavır babamın zoruna gittiği için kahrından öldü. Ben bu sırada Çorlu'da ilkokul öğrencisiydim. Annem de aynı ilçede Fransızca öğretmeni... Ben daha sonra İstanbul'da Galatasaray Lisesi'nin orta kısmı için leyli meccani (parasız yatılı) imtihanlarına girdim. Kazandım ve parasız okudum. Yoksa babadan bir şey kalmadığı gibi annem de nihayet öğretmen maaşıyla beni okutamazdı. Zira o yıllarda okulun yıllık ücreti 147 liraydı. Orta okulu iyi bir derece ile bitirmek zorundaydım. Eğer sınıfta kalırsam bursu kaybetme tehlikesi vardı. Ben bu korkuyla çok çalışmış olmalıyım ki, okulu birincilikle bitirdim. Ancak yine de ruhum rahat değildi. Neden? O zaman Çarşamba günleri herkesin ailesi okula ziyarete gelirdi. Benim babam ölmüş, annemse Çorlu'da öğretmendi. İstanbul'da kimsem yoktu. Bu sebeple Cumartesi ve Pazar akşamları da Galatasaray Lisesi'nde, okulda kalıyordum. Benim için Galatasaray Lisesi çok mutlu bir yuvaydı. Esas yuvam, aile ortamım orasıydı. Hocalarımla aramda çok iyi bir diyalog vardı. Galatasaray Lisesi'nde sporculuk nasıl başladı? Galatasaray Lisesi'nin spor yapılacak çok güzel büyük bir iç avlusu vardı. Orta okul öğrencilerinin giremediği bu yerde maçlar yapılırdı. Ben de santrfor oynardım. Kaleci olacağım aklıma gelmezdi. Çünkü o zaman şimdiki gibi çim sahalar yoktu. Adeta taşlaşmış toprak sahalarda oynuyorduk. Kaleye geçmesi için insanın deli olması gerekiyordu. Zira bir gün diziniz parçalanabilirdi. Santrfor olarak çok iyi bir performansım vardı. Alkışlık goller atıyordum. Hatta yanlış hatırlamıyorsam Darüşşafaka ile oynarken 11 golün 8-9 tanesini ben atmıştım. Kaleye nasıl geçtiniz? Hafta sonları okulda kaldığımda okul bahçesinde arkadaşlarla pastasına karşılıklı penaltı atardık. En çok penaltı kurtaran pastayı kazanıyordu. O dönemler Galatasaray'a Molloy adında İskoç bir teknik direktör gelmişti. Okul müdürümüz Behçet Gücer, müdür muavini Muhittin Peykoğlu başta olmak üzere okulun tekmil idareci kadrosuyla birlikte bizim oyunumuzu seyrediyormuş. Mr.Molloy kurtardığım penaltıları görünce beni sormuş. Müdür bey de, "9. sınıf öğrencisi, lise futbol takımında santrfor" demiş. Molloy beni çağırıp "Bizim idmanlarımıza gelir misin?" diye sorduğunda kabul ettim. Ancak antrenmanda "Geç bakayım kaleye" deyince şaşırdım. O zaman bana şöyle dedi. "Bak, evlat, eğer santrfor oynarsan, 3-5 sene sonra kaybolur gidersin. Ama kaleci olursan en az 20 sene oynarsın." Ben de kabul ettim ve antremanlara çıkmaya başladım. 1946 yılında Erdoğan ve Osman ağabeylerin arkasında üçüncü kaleci oldum. Yani yedeğin yedeği... Transfer ücreti olarak kaç dolar veya lira aldınız? Nerdeee?.. 1 lira para almazdık o zamanlar. Kimsenin aklından da geçmezdi. Hem o zaman Türk lirası dolarla yarışıyordu. Alman markı ise yerlerde sürünüyordu. Kaleci olmak sizi memnun etti mi? İlk zamanlar bir türlü santrforluğu bırakamadım. Pazar sabahları liseler arası maçlar yaptığımızda santrfor oynardım. Santrfor olmayı seviyordum. Çünkü gol atıyorsunuz. Kaleci olunca da gol yiyorsunuz. Ama sonradan Mr.Molloy'i dinledim ve kalecilikte karar kıldım. Pişman da olmadım. Kaleci olarak sahaya çıktığınız ilk maçı hatırlıyor musunuz? Elbette... Galatasaray'ın Rapid'le (Avusturya) yaptığı maçta kaleye geçtim. O zamanlar Avrupa kupaları falan yoktu. Yurt dışından bazen takımlar gelir bizimle maçlar yaparlardı. Rapid takımı ile Dolmabahçe (şimdiki İnönü) stadında karşılaştık. Erdoğan abi kaledeydi, ben yedektim. Sürekli oyuncu değiştiriliyordu. Oyunun bitmesine yakın 4-0 mağlup durumdayız. Bülent Eken, Erdoğan ağabeyi oyundan aldı ve beni elimden tutarak deniz tarafındaki kaleye geçirdi. O gün inanılmaz bir şans vardı bende... Sanki kırk yıllık kaleci gibi iyi yer tutmuşçasına bütün toplar bana takılıyordu. Ertesi günü herkes "kim bu çocuk?" demeye başlamış. İlk kez ne zaman profesyonel oldunuz? Ve ilk aldığınız para? Ve neler yaptınız o parayla? Türkiye'de profesyonellik 1955 yılında ilan edildi. O zaman bana iki seneliğine 5 bin lira vermişlerdi. Ben parayı aldığım gibi araba almaya gittim. Taksimde rampa aşağı inerken Alp Yalman'ın babası Mustafa Naciz Yalman'ın oto galerisine vardığımda vitrinden şöyle bir baktım. O zamanın namlı markalarından Dodge, Playmouth 4.400 liraydı. O zaman enteresan bir şey oldu. Annem nereden haber almışsa arkamdan yetişti, "Araba alma, kaza yapıp öleceksin" diye beni fikrimden vazgeçirdi. 5 bin lirayı bir sene içinde afiyetle yedim. Sonrasında Galatasaray Kulübü elinden geldiğince bana destek oldu. Ben de Galatasaray'a en iyi şekilde hizmet verdim. Günümüz futbolcularını kıskandığınız oluyor mu? Hem de nasıl! Tabii ki kıskanıyorum. Ancak paralarını pullarını değil, çim sahalarını, eşofmanlarını, kramponlarını kıskanıyorum. Defileye çıkar gibi sahaya çıkıyorlar. Bizim ayakkabılarımızı ise Dinyak Usta yapardı. Sert zeminde oynadığımız için sık sık çivileri çıkardı; devre arasında çivileri çakardık. Hatta çiviler zarar vermesin diye ayakkabılarımızın içine kalın astar koyar öyle giyerdik. O günlerin şartlarıyla bugünün imkanlarını karşılaştırır mısınız? Bizler yeşil sahayı ancak milli maçlarda Avrupa'da görebiliyorduk. O çim sahalarda çalışırken antrenman bitsin istemezdik. Saha görevlisi bizi zorla çıkartırdı. Biz toz, toprak, balçık içinde çalışırdık. Çok defa topla beraber gözümün içine çamur girerdi. Bu sahalarda oynarken belimdeki kireçlenmeler yüzünden 3 kere ameliyat oldum. Düşünün ki, 19 sene boyunca o sert zeminin üzerine düşüyorsunuz. Takım kaptanı ne zaman oldunuz? İki kaptanlığım var. İlki Galatasaray kaptanlığı, diğeri ise milli takım kaptanlığı... 1954 yılıydı. Gündüz Kılıç takım kaptanıydı. Hep onun arkasında maça çıkardım. Bir gün çıkış tünelinde maça çıkarken Gündüz abinin nereden aklına geldiyse arkadaşlara dönerek, "Bundan sonra takım kaptanı Turgay olsun mu?" diye sordu. Arkadaşlar kabul edince kaptan oldum ki, takım içinde benden büyük ağabeylerim vardı. O zaman 22 yaşında bir delikanlıyım. Çok duygulandığımı görünce babacan bir tavırla "Geç önüme aslanım, sen Galatasaray'a uzun yıllar lazımsın" dedi ve beni kaptan ilan etti. Eskiden öyle yönetim kurulları falan karar vermezdi. Takımın büyükleri, takımda saygın olanlar, sözü geçenler bu tip kararlar alabiliyorlardı. Bir yıl geçmeden Futbol Federasyonu Başkanı Orhan Şeref de beni Milli Takım kaptanı yaptı. 1954 yılında Dünya Kupası finallerine giderken İspanya'yı 1-0 yendiğimiz maçta ilk kez takım kaptanı olarak sahaya çıkmıştım. İlk maçı 4-1 kaybetmiştik ve ben sakat olduğum için o maçta oynayamamıştım. Üçüncü maçı tarafsız saha olan Roma Olimpiyat Stadı'nda oynadık. Uzatmalarda İspanya maçı 2-2 bitince iş para atışına kaldı. Ben gözüme kestirdiğim bir İtalyan çocuğunu çağırdım. Adı Franko'ymuş. Dahası o zamanki İspanya Devlet Başkanı ile aynı adı taşıyormuş. Para atışını kazandık ve Dünya Kupası finallerine katıldık. İspanyolların "nasıl olsa biz gideriz" diye hazırlattıkları otele yerleştik. Kaç defa milli oldunuz? 51 defa milli oldum, 36 defa da kaptan olarak sahaya çıktım. Üstelik eskiden milli maçlar sık olmazdı. Bu galiba bir rekor... Lefter gibi altın şeref madalyası sahibiyim. Ayrıca bizim zamanımızdaki madalyalar som altın olurdu. Şimdikiler altın değil. O günlerden hatıra olarak bir de rahmetli Adnan Menderes'in verdiği altın bir kol saati var. Kemeri de altındı. Onu da Macaristan'ı İstanbul'da 3-1 yendikten sonra hediye etmişti. Macarlar'ı o yıllarda kimse yenemiyordu. Rahmetli, saatin arkasını "Sevgili Kaptan Turgay Şeren'e..." diye imzalamış. Güzel bir altın saatti. Kullanmaya kıyamadığım için takmadım. Çocuklarıma hatıra kalsın diye saklıyorum. Peki bir Galatasaraylı olarak sizin en beğendiğiniz futbolcu kim? Meslektaşım olması hasebiyle Fenerbahçe'nin dünya çapındaki iftiharı Rüştü'yü beğeniyorum. Gerçi yabancı bir takıma transfer oldu ama benim gönlümde hala Fenerbahçeli... Galatasaray UEFA kupasını aldığında neler hissetmiştiniz? Rüyamda görsem inanmazdım. Ama çıldırasıya sevinmiştim. Peki Dünya Kupası'nda Milli Takımımız dünya üçüncüsü olunca? O zamanlar birinci turdan belki çıkarız diyordum. Ancak sonrasını tahmin bile edemezdim. Evet o dönemde şanslı kuralar çektik, hiçbir Avrupa takımıyla oynamadık diye aklımıza gelebilir. Ama rakiplerimiz Kore, Japonya ve Senegal gibi takımlar Avrupa ülkelerini dize getirdikten sonra karşımıza çıkmışlardı. Biz de onları dize getirdik. Sonra bir Brezilya maçı var ki nasıl kaybettik diye hayıflandık. Brezilya'yı yense idik finalde Almanya'yı mutlaka devirip dünya şampiyonu olurduk. Ama nasip değilmiş... Milli Takım teknik direktörünü çok tenkid etmiştiniz. Evet öyle... Hatta adam konuşmasını bile bilmiyor diye yazmıştım. Ama başarılı oldu.