Konuşmaya başlarsam beni susturabilecek misin?.. İşime gelir İsfendiyar abi... Ben zaten buraya sizi konuşturmaya geldim. Peki konuya nereden başlayacağım?.. Sohbete böyle başlamıştık İsfendiyar ağabeyle... Anlatımı tatlıydı. Bir gazeteci için oldukça verimli biriydi. Çünkü soyadı gibi açıksözlüydü. Söze nereden gireceğini kestiremeyince yardımcı olmak için eski futbolcuların ortak dostlarından birini hatırlattım. Yani meseleye damardan girdim. İsfendiyar abi, kiminle konuşsam Metin Oktay'dan sitayişle bahsediyor. Sizinle olan hatırası var mı? Çok iftihar ettiğim olaylardan biri de Metin'le olan bağımızdır. Çünkü Metin Oktay, İzmir'den İstanbul'a geldiğinde sahada en büyük yardımı ben yapmıştım. Herkesi hayran bırakan stilinde payım büyük. İzmir'de klasik takımlarda oynamıştı. İstanbul'da büyük takımlarda oynamak için farklı bir tarz edinmesi gerekiyordu. Birlikte çok çalıştık. Sağolsun bunu hiç unutmadı. Vefakârdı. Çok samimi olduğu 4 kişi arasında ben de vardım. Bir tanesi Gündüz Kılıç'tı, bir diğeri Fikret diye bir arkadaştı. Ben sürekli futbolu bırakıp tekrar başlardım. Zira hayat şartları şimdiki gibi değildi. Yani futbol meslek değildi. Herkes hobi olarak oynuyordu. Ben de hem işyerimde çalışıyor, hem de futbol oynuyordum. İkisi çakıştığında futbola ara veriyordum. Bazen 2 bazen 4 sene uzak kalıyordum sahalardan. Hem de en verimli çağınızda... Yapabilecek bir şeyim yoktu. Ancak bu kadar ara verip de başarılı olabilen yoktu. Ama ben her seferinde başarılı oluyordum. Yine futbola ara verdiğim bir dönemde kapım çalındı. O zamanki Galatasaray idarecileri beni almaya gelmişler. Metin'e bir haller olmuş, gol atamıyormuş. Bakmışlar ki Metin'in derdi iyi pas alamaması... O dönemde en iyi asisti ben yapıyordum. Ancak o günlerde dış ticaret için Avrupa'ya gitmem gerekiyordu. Bunlar beni yalvar yakar İstanbul'a getirdiler. Cahit Öner diye atlet bir arkadaşımız vardı. Onunla birlikte her gün 10 kilometre olmak üzere 3 ay boyunca koştum. Diğer antremanlarımı da yaptım. Ancak kimse benden ümitli değildi. Ama ben kendime güveniyorum. Zira her gün antreman yapıyordum. Ayrıca kimsede olmayan bir özelliğim vardı. Herkesin hayran kaldığı feyk çalımımı yemeyen yoktu. Bir bel hareketi ile karşındakini yana yatırıyorsun. Ayrıca çizgiye kadar çok kolay gidiyordum. Bunu Leblebi Mehmet'ten öğrenmiştim. Doğan Koloğlu'nun dediği gibi Leblebi'nin veliahdıyım. Benden başka çok sağaçık yetişmişti. Ama hiçbiri benim gibi değildi. Mesela bir Tarık vardı. Çok güzel oynuyordu, gol de atıyordu. Ama asistlik görevini, yani takım arkadaşına gol attırmayı benim gibi yapamıyordu. Metin Oktay'a nasıl yardımcı oldunuz? Neyse ilk maçımıza çıktık. Vefa ile oynuyoruz. Kalecisi de Baskın... İlk golü ben attım. Metin'e 3 tane yüzde yüz pas verip gollerini attırdım. Metin her golden sonra bana koşar, kucaklaşırdık. Hatta beni kucağına alır ceza sahası dışına kadar taşırdı. Buradan şimdiki futbol adamlarına şu mesajı vermek istiyorum. Golcü bir adam alıyorsunuz. Yüzmilyarlar harcıyorsunuz. Ama hiç düşünmüyorsunuz ki bu adamın arkasında kim oynayacak, pasları kimden alacak. Leblebi Mehmet'ten bahsetmiştiniz. Dikkatinizi çekmiştir, futbolcuların çoğu daha vücutlarını kaleye çevirmeden topa vuruyorlar. Sonuçta top genellikle dışarı çıkıyor. Leblebi Mehmet benim omzuma bastırarak vücudumu çevirterek gösterdi. Bu stil benden başka kimsede yoktu. Metin ve Lefter'e bu şekilde çok gol attırmışımdır. Mesela Lefter'in Macaristan'a attığı bir gol var ki bizzat kendisi lokum gibi bir pas olarak tarif etmiş, çok kolay gol attığını anlatmıştı. Benim verdiğim pas her kaleciyi zor durumda bırakacak türdendi. Şöyle ki, ben sağ açıktan kaleye doğru giderken kaleci, acaba pas mı verecek, kendi mi atacak ikilemine düşüyor. Bu şekilde o kadar çok gol attırdım ki... Macaristan o dönemde çok mu güçlüydü? Evet... Adeta kurulu makine gibi tıkır tıkır işleyen bir takımdı. İstanbul'a gelmeden önce İngiltere'yi 6-3 gibi dehşetli bir skorla ezip geçmişlerdi. Böyle bir takımla berabere kalmak bile başarı görülebilirdi. 19 Şubat günü maça çıktık. Eşfak ilginç bir değişiklik yaptı. Macarlar'ın en belalı oyuncusu Czibor'du, ki bizim sağ kanadı felç etmişti. Bu Czibor'un üzerine Büyük Ali'yi sürdü. Bana da Ali'ye yardım et dedi. İyi ama ben defans adamı değildim. Sağ açıktım. Nitekim Ali, "Git abi bana engel oluyorsun" diye beni yanından uzaklaştırdı. Ben de bu ikiliden koptum. Biraz nefeslendim. Coşkun Özarı bana o kadar güzel paslar veriyordu ki, Macar defansını yıpratıyordum. Yaptığım her olumlu harekette Leblebi Mehmet'in büyük payı vardı. Bugün olduğu gibi bizim zamanımızda da takım oyunu vardı. Biz böyle yetişmiştik. Galatasaray'a gelen bir oyuncu sistemin bir parçası olur. Ama Fenerbahçe'de böyle değildir. Sistem yıldız oyuncu üzerine kurulmuştur. Bu sebeple çekirdekten yetişip de nam yapmış oyuncuları çok azdır. Bakın onların tarihine, Lefter'den bu yana kaç kişi yetişmiştir acaba? Oysa Fenerbahçe büyük ve köklü takım... Macaristan maçına dönecek olursak... Karşımda Lantos adında iri yapılı bir adam vardı. Yapılı adamın hareketleri zayıf olur. Ben de tam tersine kıvrak biriyim. Lantos'u o kadar kolay geçiyordum ki... Bana müthiş bir güven geldi. Daha maçın 5. dakikası dolmadan rakip kaleye 1-2 kere gidip geldim. Ben hareketlenince Metin klasik hareketini yapıp rakip kale önündeki yerini alıyordu. Zira beni tanıyordu. Rakibimi geçince topu atacağım noktayı biliyordu. Ben pası attım. Ama o noktada Lefter vardı. Lefter gelişine öyle bir vuruyor ki gol oluyor. Maçın 6. dakikasında atılan gol bizi coşturdu. Teknik direktörümüz Eşfak'ın yaptığı görev dağılımı ve bizim performansımız Macarlar'ı şok etmişti. Cizibor böyle eskisi gibi üzerimize gelemiyor. Büyük Ali yapışmış ona... Mesela Coşkun o güne kadar hiç sağ iç oynamamıştı. Mustafa'yı sağa koyup Coşkun'u sağ içe çekmişti. Sebebi, benim daha rahat Macar alanına sarkabilmem için... Bu aşının tuttuğunu görünce takım halinde Macarlar'a yüklendik. İkinci golümüzü de aynı uygulamanın sonunda atmıştık. Lefter'e bir top attım, kaptığı gibi onsekiz içine daldı. Üst üste iki Macar'ı çalımladıktan sonra penaltı yaptırdı. Atışı kendi kullandı ve durum 2-0 oldu. İkinci yarıda da sevgili Metin'den güzel bir gol geldi. Bu maçta güçlü Macaristan bize ancak bir gol atabildi. Ve sahadan 3-1 lik galibiyetle ayrıldık. Bu zaferde Eşfak Aykaç'ın büyük payı var demek ki... Olmaz olur mu? Maçtan önceki soyunma odasını anlatayım ben sana. Hem Recep hem de Mehmet Ali'nin oynamasına yüzde yüz gözüyle bakılıyor. Zira formlarının zirvesindeler. Mesela Polonya'da tek golümüzü Mehmet Ali atmıştı. Ancak Eşfak'ın kafasındaki şablona uymuyorlar. Onun kafasındaki şablon Coşkun, İsfendiyar, Metin şablonu... Yani bir sistem içinde yoğrulmuş, birbirini tamamlayan isimler. Bir haftada olacak iş değil, aylarca çalışan isimler gerekir. Fener'de böyle bir sistem yoktu. Lefter tek başına sırtlamıştı Fener'i. Maç öncesi itirazlar oldu. Mehmet Ali hiç soyunmadı çekip gitti. Onun yerine Recep giydi formayı. Mehmet Ali Has o kadar kızdı ki, gazetelere beyanatta bulundu. Bilmiyorum öyle bir durumda ben de aynı tepkiyi verir miydim? Herhalde verirdim. Çünkü yedek soyunmak bana göre de değil. Unutamadığınız bir anınız var mı? Henüz öğrencilik yıllarındayız. Yaşım 16 idi. Beşiktaş'la maçlarımız var. Hem A, hem B, hem de genç takımlar düzeyinde oynayacağız. Listeler açıklandığında yaşım küçük olduğu için A takımı kadrosuna hiç bakmamıştım. Diğer listelere baktığımda adımı göremeyince ağlamaya başladım. Yanımda Kaya Mutlu isimli arkadaşım var. Daha sonra Mersin Belediye Başkanı olmuştu. Kafama bir şaplak vurdu. "Baksana ismin A takımında" dedi. Bu sefer ayaklarım titremeye başladı. Korku mu heyecan mı? Her ikisi de... Zira takım arkadaşlarım koca koca adamlar olacaktı. Ben onaltı yaşındayken onlar 30 yaş civarıydı... Beşiktaş'ın Şeref Stadı'nda soyunma odalarında o dönemin ünlüleri Reha, Şahap, Muzaffer, Torik Nemci, kaleci Erdoğan falan bir yandan formalarını giyiyorlar diğer yandan da "sağ açıkta İsfendiyar yazıyor, kim bu adam" diye konuşuyorlar. Kimse beni tanımıyor. Şahap ağabeye yanaştım, "Abi ben İsfendiyar'ım" deyince bana kızdı. "Öyleyse niye soyunmuyorsun?" dedi. Formamı giydirdi. Bir yandan da fırça çekiyor. "Ne korkuyorsun be... Çıkacaksın ve oynayacaksın" diyor. Kaleci Erdoğan ağabeyin de çok teşvikini görmüştüm. Bana taktiği oracıkta verdiler. Senin görevin gol pası vermektir dediler. Ben sahaya çıktım. Beşiktaş'ın sol tarafını çökerttim. Sürekli koştum, top sürdüm, gol pasını verdim ve maçı 1-0 aldık. Galatasaray'ın en ilginç taraftarı Karıncaezmez'le tanıştınız mı? Ben Fatih'te oturuyordum. Karıncaezmez de biraz aşağıda otururdu. Her maçtan sonra elindeki bayrağı sallaya sallaya bizim eve gelirdi. Şimdi taraftarların ve amigoların yaptığı gibi. Ancak o çok terbiyeli, kibar biriydi. Ceketinin üst cebinde kırmızı ve sarı iki çiçek taşırdı. Kurumasınlar diye çiçekleri su dolu minicik bir şişenin içinde tutardı. Niye Karıncaezmez demişler? Sarı-kırmızı renklerle süslediği bir dolmuşu vardı. Trafik boş da olsa 40 kilometreden fazla yapmazdı. Hem müşterilerine, hem de diğer araç şoförlerine karşı çok kibar davranırdı. Ömrü boyunca hiç kaza yapmamıştı. Bu yüzden Karıncaezmez demişlerdi. Şimdiki taraftarlardan farklıymış. Enteresan bir noktaya değindiniz. O dönemde İnönü Stadı'nın neredeyse 16'da 1'i kadar bir seyircimiz vardı. Galatasaray seyircisinin hiç sesi çıkmaz, kimse bağırmazdı. Şimdiki futbolcular tezahürat istiyor. "Aslansın kaplansın" desinler ki motive olabilsinler. Fener seyircisi aksine daha agresifti. Bana "Kel" diye isim takmışlardı. O yıllarda doğru düzgün saç yok bende... Fener seyircisinin tam önündeyim ve sürekli bana "Kel" diye bağırıyorlar. Güya ben üzülüp oyundan düşeceğim. Ancak ben Kastamonu'dan yeni gelmiş İsfendiyar değilim artık, yırtılmıştım. Ben de onlara içimden, "Şimdi görürsünüz kelin ne yapacağını" der, kendi kendimi motive ederdim. Ciddi bir sakatlık geçirdiniz mi? Çok vururlardı bana... Zira karşı taraftan 2-3 kişi zor tutardı. Bir maçta, ismini vermek istemediğim bir arkadaş, topsuz alanda kasten dizime vurmuştu. Ben bunu futbola ihanet olarak görüyorum. Beceremiyorsan bırak bu işi kardeşim. Bunun dışında süratli oynadığım için, karşı taraftan kendi kendini sakatlayanlar da olmuştu. Mesela Fenerli sol bek Ahmet... Ben o zaman yaşça küçüğüm. Fener-Galatasaray maçında havadan gelen topa ikimiz birlikte yükselmek istedik. Ama Ahmet dirseğiyle omzumdan kuvvet alarak yükselirken eğiliverdim. Yere biçimsiz düşünce ayağını kırmıştı. Çok üzüldüm. O gece hiç uyuyamamıştım vicdan azabından... Ertesi gün çiçek alıp Amerikan Hastanesi'ne gittim. Özür diledim. Halen iyi dostuz. İkincisi Basri'ydi... Bana çok sert girerdi. O da hastanelik olmuştu ama benim suçum yoktu. Bir Beşiktaş maçında ben yine altı pasa kadar hızla gittim. O sırada foto muhabiri İlhan Demirel sahaya girip Metin Oktay'ın resmini çekmek istemiş. Bir anda çarpıştık, makine, İlhan ve ben hepimiz bir tarafa dağıldık. Bir ara Vefa'da oynamışsınız. Vefa'ya isteyerek gitmiştim ama bir şartla... O da Galatasaray'a karşı oynamayacaktım. Zira çok seviyordum Galatasaray'ı... Bir maçta Rebi Hoca Galatasaray'a karşı oynatmaya kalktı. Ben inat ettim, kabul etmedim. Vedat diye bir arkadaş var. Maç gününün gecesi kapımın önünde nöbet tutmuş. Sabah kapımı çaldı, "Arkadaşlarına iyi şanslar dilemezsen ayıp olur. Rebi hoca bunun için seni bekliyor" dedi. Soyunma odasına gittiğimde gördüm ki bana oyun oynamışlar. 7 numaralı yeşil beyaz formayı hazırlamışlar. Benden başka giyecek kimse de yok. Formalite icabı giydim. Koridorda Rober, Muhtar, Gündüz Kılıç gibi Galatasaraylı arkadaşlarımı görünce ağlamaya başladım. Onlar da benim halimi görünce gözyaşı döktüler. Maç sırasında yeni takımımı satmakla satmamak arasında ikilemde kaldım. Ekmeğini yediğim takıma hainlik edersem Galatasaraylı arkadaşlarım dahil herkes ayıplayacaktı. Ben 5 dakika sonra kendime geldim. 3 golün pasını ben vermiştim. Sonuçta Vefa 5-1 galip gelmişti. O dönemde Vefa 4 forvetle oynayan yırtıcı bir takımdı. Milli takıma sürekli dört kişi veriyordu ki biri bendim. Diğerleri Galip, Garbis ve İsmet isimli arkadaşlardı. Vefa'dayken 5 milli maç oynamıştım. Jübile yaptınız mı? Jübile yapmadım. Ama bir ara tekrar Galatasaray'a döndüm.