Türk futbolunun başarı ivmesini yükselttiği nice önemli maçları sesinden ve yorumundan dinlemeye alıştığımız bir spor spikeri Levent Özçelik. Galatasaray'ın dünya futbolunda "Artık bu arenada ben de varım" sinyallerini verdiği ve Neuchatel'i 5 -0 yendiği maçta, futbolu yarım yamalak takip ettiğim günlerin zihnimde yer eden sesidir o... Önce fizik mühendisliğinde okumuş, bakmış ki ona göre değil, bu defa Hukuk Fakültesi'ne gitmeye karar vermiş. Levent Özçelik de çoğu Türk evladı gibi eğitim gördüğü mesleğiyle ilgili alanda çalışmıyor. Her ne kadar eğitimini isteyerek seçtiği Hukuk Fakültesi'nde tamamlamışsa da, hoş bir tesadüfle üniversite yıllarında başladığı spor spikerliğinden sonra gözü başka hiçbir mesleği görmemiş. Fakat herkesin gönlünde bir aslan yatar derler ya, işte Levent Özçelik'in gönlünde yatan aslan da öğrendiğimize göre politika. Kimbilir gün gelir Özçelik'le futbola ses veren bir kişi olmasının yanı sıra, bu defa politika ve siyaset sahnesinde halkın sesi olarak bir röportaj gerçekleştirmek mümkün olabilir. * Fizik mühendisliğinin size göre olmadığını anlayıp hukuk okumuşsunuz. Peki maç spikeri olmayı aklınıza kim düşürdü? Aslında benim lise yıllığımda, "Levent'i üniversiteden sonra iyi bir hukukçu, politikacı ve spor spikeri olarak görmek ümidiyle..." diye bir yazı yazılmıştı. Ben hiç hatırlamıyorum ama, Bahçelievler Lisesi'nde okurken ben devamlı sağda solda maç anlatırmışım. İnanın böyle bir şeyi hatırlamıyorum. Yazılanlardan spor spikerliği gerçekleşti. Şu anda faal olarak çalışmasam da hukuku da bitirdim. Sıra galiba politikada. Geçmiş dönemlerde "Neden olmasın?" diye düşündüm. Politika aklımın bir köşesinde hep vardır. * Politikayı ciddi olarak, hayata geçirmeye niyetiniz var mı? Türkiye'de bazı faaliyetler için birileriyle bağlantı halinde olmanız şart. Açıkçası kulis faaliyetleri benim yapıma pek uygun değil. Fakat politika gönlümün bir köşesinde her zaman varolan bir gerçektir. Bu anlamda bir yönetici olmak, düşündüğüm bir olaydır. Çünkü yaptığım meslekle aslında hayatın tam içindesiniz. Hukuk Fakültesi gibi bir yer bitirdiğim için toplumun problemlerini her anlamda değerlendirebiliyorum. Ayrıca benim yaptığım spor programlarında sadece futbol ön planda olmamıştır. Mutlaka olayların sosyolojik boyutlarıyla da ilgilenmişimdir. Hatta benim programlarımda böyle konular zaman zaman futboldan daha ön plana çıkmıştır. * Maç spikerliğine başlangıç konusuna gelelim... Hukuk Fakültesi'nde birinci sınıftan ikinci sınıfa geçerken nişanlıydım. Ve nişanlım bana TRT'nin bir sınav açtığı haberini verdi. Sınavdan haberim onun sayesinde oldu. 1984 yılında, yaklaşık yedi-sekiz bin kişinin katılımıyla gerçekleşen sınavı Ercan, Barbaros, Hüseyin ve ben geçtik. Yaşam öyle enteresan ki, kuruma girdikten bir yıl sonra nişanlımdan ayrıldım. Bütün bunlar olup biterken ben henüz 19 yaşındaydım. * Mikrofon başına geçene kadar hangi aşamaları geçtiniz? Bir kere sınavdan mikrofona geçene kadar temiz bir yıl geçti. Kurslar, eğitimler, sınavlar... Sonrasında tecrübeli kişilerin yanında maç anlatmaya başladık. İlk maçımı Tansu Polatkan'la birlikte Ankara'da, Gençlerbirliği-Sakarya karşılaşmasını anlatarak başladım. Yayını Tansu ağabey açtı. Bir süre sonra mikrofonu bana bıraktı. İşi kavradığımı görünce maç bitiminde yanıma geldi ve yayını kapattı. Ertesi hafta Murat Ünlü ile birlikte Trabzon- Adana Demirspor maçını anlatacaktım. Karşılaşma Trabzon'daydı. Fakat Murat Ünlü ani bir şekilde rahatsızlandı. Son anda sürpriz bir biçimde o maçı tek başıma anlattım. İlk golümün anonsunu da 9. dakikada Dobi Hasan'ın attığı golle yapmıştım. * Uzun bir süredir bu mesleği yapıyorsunuz. Mesleğinizle ilgili bazı zor durumlar ve beklenmedik gelişmeler mutlaka olmuştur. Olmaz mı? Halit Kıvanç usta kurs gördüğümüz dönemlerde, "Başıma böyle böyle bir hadise geldi. Yayına giderken notlarınızı mutlaka naylon bir dosyaya koyun" tavsiyesinde bulunmuştu. Ben bu tavsiyeye o zaman gülmüştüm. Bir gün dışarıda maç anlatıyorum ve elimde notlarım var. Yağmur yağmaya başlamasın mı? Yazılar birbirine geçti. Ve ben o an kadroyu bile veremedim. Güldüğüm o olay, yıllar sonra başıma geldi ve kendi kendime, "Ah Halit ağabey ne kadar haklıymışsın" dedim. * Bildiğim kadarıyla Galatasaray'ı tutuyorsunuz... Evet. Futbolun içinde olup da, "Yok ben takım tutmuyorum" denmez. Türkiye'nin artık bunları aşması lazım. Fakat işim söz konusu olduğunda değil Galatasaray, babamın oğlu olsa tanımam. Mesela bana Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi yendiği sıradan bir karşılaşmayı mı, yoksa Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı yendiği 4-3'lük çok tempolu, çok heyecanlı bir maçı mı anlatmak istersin deseler, kesinlikle ikinci şık tercihimdir. * Türk futbol tarihinde öneme sahip bir çok maçı sizin sesinizden ve yorumunuzdan dinledik. Böyle maçları anlattığım için başta kuruma teşekkür etmek lazım. Fakat bu olay biraz da spiker şansıdır. Mesela Galatasaray-Neuchatel maçını biz televizyonda yayınlayacaktık. Ancak televizyon yayını, TRT ile Galatasaray Kulübü arasında meydana gelen parasal anlaşmazlıktan dolayı gerçekleşemedi. Olay böyle gelişince maçı radyodan benim anlatmam istendi. Eğer ki maç televizyondan yayınlansaydı, bir çok insan radyoda anlatılan bu maçı dinlemeyecekti. Dolayısıyla böyle bir maç anlatımı bu kadar dikkat çekmeyecekti. Bu benim şansımdı ve şansımı iyi kullandım diye düşünüyorum. Maçtan önce karşılaşmayla ilgili bir takım fikirlerim vardı. Hatta, "Biz bu adamlardan gol yemezsek, bu maçı alırız" demiştim. Çünkü 3-0'lık maçı da ben anlatmıştım. O maçta yediğimiz goller çok komikti. Sahanın içine göstericiler girmişti. Galatasaraylı futbolcuların konsantrasyonu bozulmuştu. Maç öncesi tam iki sayfalık bir yazı hazırlamıştım. Artılarımız, eksilerimiz neler diye... Bir kere ben maçı alacağımıza o kadar inanarak girdim ki... Nitekim yanılmadığıma çok seviniyorum. * 2002'de Dünya Kupası'ndan üçüncülükle çıktık... Hangi maçları anlattınız? Türkiye'nin grupta oynadığı Kostarika maçını, ikinci turda Japonya ve yarı finalde Brezilya-Türkiye karşılaşmalarını anlattım. * Adrenali hayli yüksek maçlardı... Evet öyle. Adrenalin deyince... Hongkong'da illi takım kampını izlemeye gitmiştik. Kaldığımız otel 35 katlı ve Victoria limanına bakıyor. Otelde kaldığımız ilk gün bir anons çekelim dedik. Victoria limanına hakim bir yerde olsun düşüncesiyle, kameraman arkadaşım Mustafa ile otelin terasına çıktık. Terasta ayakta anons yapacağım. Durduğum yer o kadar tehlikeli ki, 1.5 metrelik hafif bir yükselti var, sonrası boşluk... Tam 35 kat! Rüzgar zaten sarsıyor, konumum tehlikeli ve ben anonsu toparlamaya çalışıyorum. Kameraman arkadaşın gözü vizörde olduğu için olayın vehametinden habersiz, "Levent, ya baba biraz daha sola çekilsen" dedi. Benim biraz sola çekilmem demek, aşağıya en kısa sürede ulaşmam anlamına geliyor! Tabii ki adrenalim normal seviyesine, Mustafa'ya tavsiyesinden dolayı verip veriştirerek kavuştu. * Futbolda yenmek de var, yenilmek de... Herkesi memnun edememe gibi bir sorun da söz konusu değil mi? Başıma gelen bir kaç olayı örnek vererek cevaplamak isterim bu soruyu... Bir İnter-Beşiktaş maçını televizyonda anlatıyorum. Yer Milano ve maç 0-0 devam ediyor. 35. dakika "Aman şu ilk yarıyı gol yemeden bitirelim" diye temennide bulunuyordum ki, 15 saniye sonra Beşiktaş gol yedi. Gayet iyi niyetli bir söz söylüyorsunuz ve seyirci size "Bak şu şom ağızlıya" diyebiliyor. 2002 Dünya Kupası'nda Brezilya-Türkiye yarı final maçını anlatıyorum. Brezilya devamlı üstümüze geliyor. Rüştü devamlı top çıkarmakla meşgul. Derken ellili dakikalarda Ronaldo bir gol attı. Benden şöyle bir laf, "Nihayet Ronaldo attı." Bunun açıklaması "Geldiler, geldiler ve kahretsin nihayet golü attılar." Bu konuda bir çok yazı yazıldı. Bırakın seyirciyi, bu işin içinde olan spor yazarları bile buradaki nüansı kavrayamıyorlar.