Siyasette geçen hafta perşembe gününden bu hafta başına kadar takip etmesi gerçekten zor ve baş döndürücü gelişmeler vuku buldu. Meral Akşener’in Masa’yı devirmesiyle başlayan kriz yine Akşener’in tam teslimiyetiyle son buldu. Milyonlarca insan depremzedeleri unutup krizdeki gelişmeleri takip etti. Bu vakadan çıkarılacak bazı dersler var; bazılarını aşağıda üç madde hâlinde sıralıyorum.
1. Türkiye bir demokrasidir. Uzun süredir belli kişi ve çevrelerin diline pelesenk ettiği Türkiye’de demokrasi değil diktatörlük olduğu, tek adam rejimi bulunduğu iddiaları tamamıyla çöktü. Türkiye’de bir diktatörlük değil demokratik bir rejim var. Demokrasimizin eksikliklerinden ve geliştirilmesi gerektiğinden bahsedebilirsiniz, ama ülkede bir diktatörlük olduğunu öne sürmek çok saçma. Zira bir diktatörlükte muhalefet cephesinde son günlerde şahit olunan olaylar asla vuku bulmazdı. Muhalefet, yaklaşan seçimlerde iktidarı değiştireceği umuduyla ortaya çıkamazdı.
2. İktidara destek veren gazeteciler için kullanılan “yandaş” tabirinin anlamsız ve saçma olduğu anlaşıldı. Demek ki yandaşlık sadece bir kesime mahsus bir özellik değil. Sadece iktidara değil muhalefete yandaş olan gazeteciler de var. Bunlar bu birkaç günlük süreçte CHP’ye açık destek verdi, konuşmaya “bir CHP’li gazeteci olarak…” sözleriyle başladı, Akşener’i ve İP’i hedef tahtasına koydu ve en ağır şekilde -hatta terbiyesizce- eleştirdi. Bunlar Akşener hakkında neredeyse söylenmedik kötü laf bırakmadı. Fakat Akşener kısa sürede fikir değiştirince hemen çizgi değiştirdiler. Bu görüşe şöyle bir itiraz gelebilir. Yandaşlık, esas itibarıyla, devletten, kamudan destek almaya dayanır. Dolayısıyla, devletten destekleneler bu sıfatı hak etmektedir... Bu yaklaşıma iki cevap verilebilir. İlki, bunun yeni bir durum olmadığı. Medya eskiden beridir -ve hatta sadece Türkiye’de değil dünyanın hemen her tarafında- bir şekilde iktidarla, devletle ilişkilidir. Çünkü medyanın en büyük haber kaynağı devlettir ve devlet her zaman halka ulaşmak ve insanları manipüle etmek için medyaya muhtaçtır. Türkiye’de de eskiden beri böyle olageldi. Bu olgunun kökleri tek parti diktatörlüğüne kadar gider. Muhalefetin de yapmak istediği durumu kökten değiştirmek değil sadece mevkilerin değişmesi. Yani muhalefet basını tamamen bağımsızlaştırmak yerine bizzat besleme imkânına kavuşmak ve kendi çizgisinde tutmak istiyor. İkincisi, kamu imkânlarından yararlanmanın sadece iktidar yanlısı medyaya has olmaması. Belediyeler de medyayı besleyebiliyor; özellikle büyük belediyeler. Bu meselede mesela İstanbul Belediyesi’ne bakmak kâfidir. İstanbul Belediyesi’nin muhalif medyaya çok büyük destek sağladığı hemen herkesin malumu.
3. Millet İttifakı’nın yapmak istediği, benim görebildiğim kadarıyla, bir başkanlık sistemi içinde bir tür -güçlendirilmiş değil yozlaşmış- parlamenter sistem kurmak. Bunu geçici bir dönem olarak görüyor olabilirler; ama sistem değişikliğinin olmaması hâlinde kalıcılaşması mümkün. Hatta gayet muhtemel. Bu sistemin çeşitli sorunlara yol açması da kaçınılmaz. Altılı Masa’da yaşanan kriz bunların bir örneği olarak görülebilir; birkaç gün içinde Millet İttifakı’nın kurmak istediği sistem içinde yaşanabilecek sıkıntıları ilginç ve acı bir şekilde tecrübe ettik.Meral Akşener’in hâline üzülmedim desem yalan olur. Ankara ve İstanbul Belediye Başkanlarını yasal ve anayasal olarak imkânsız olan “icracı başkan yardımcılığı” görevine getirtme atağı da -sızan haberlere göre- Davutoğlu’nun blokesiyle engellendi. Siyaset hiç de kolay bir iş değil. Büyük yara alan Akşener’e bu saatten sonra yakışan sanırım liderlikten vazgeçip kendi köşesine çekilmektir.