R. Tayyip Erdoğan kendisine yöneltilen Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raporu hakkında bir soruya cevap verirken şunları söyledi:
"Benim değerlendirmemi çok açık, net öğrenmek istiyorsanız, Avrupa Birliği Türkiye'den kopmanın gayreti içerisinde. Avrupa Birliği'nin Türkiye'den kopuş hamlelerini yaptığı bu dönem içerisinde biz de bu gelişmeler karşısında değerlendirmemizi yaparız ve bu değerlendirmelerden sonra Avrupa Birliği ile gerekirse yolları ayırabiliriz."
Bu sözlerin çok anlamlı ve haklı olduğu kanaatindeyim.
Her şeyden önce bugün dünyanın en gelişmiş bölgelerinden biri olması Avrupa’nın medeniyetin beşiği, ezelî ve ebedî tek temsilcisi olduğunu göstermez. Batılı diye anılan değerlerin de münhasıran Avrupa kültürüne mahsus olduğu söylenemez. Mesela piyasa ekonomisi açsından bakarsak Nima Sanandaji, Benedikt Kohler ve Moris Silver gibi yazarların çalışmaları piyasanın ilk temellerinin ve kurallarının Mezopotamya bölgesinde ortaya çıktığını göstermekte. Siyasal iktidarın sınırlı olması ve adalete uygun yönetmesi gerektiğine ilişkin düşüncede Çin’de Mozi ve İslam dünyasında İbn Haldun gibi düşünürlerin bir payı olduğu açık bir hakikat. Keza, A. Smith’in Milletlerin Zenginliği’nde iş bölümünü anlatmak için verdiği iğne fabrikası örneğinin de Müslüman düşünür Nasiruddin Tûsi’den alınmış olduğu biliniyor…
Batı’yı homojen bir bütün olarak görmek ve yüceltmek de büyük bir hata. Batı insanlığa yararlı şeyler yanında zararlı şeyler de yaptı. Komünist, nasyonal sosyalist ve faşist diktatörlükler Batı’da doğdu ve gelişti. Keza, ırkçılık ve öjenik gibi insanlık dışı çizgiler de ağırlıklı olarak Batı’da belirdi. Bu yüzden, tüm Batı’yı değil daha ziyade liberal Batı’yı esas almak durumundayız.
Bütün bunlar elbette insan hakları ve temel özgürlüklerin tanınmasına ve piyasa ekonomisinin gelişmesine dayanan nihaî felsefî gelişmelerin ve ifade edilişlerin Avrupa coğrafyasında ortaya çıktığı gerçeğine gözlerimizi kapatmamızı gerektirmez. İşaret etmeye çalıştığım, bütün bu düşüncelerin tüm dünyada yaşanan bir evrim sonucunda doğmuş olması. Yani Avrupa, medeniyetin ne tek temsilcisi ne de tekelci biçimde sahibi.
Avrupa ne yazık ki özellikle dış politikasında hak ve özgürlükler söyleminin arkasına sığınarak temel ilke ve değerleri ihlâl etmekte hiç de çekingen değil. Avrupa ülkelerinin politikaları çifte standartlarla dolu. Türkiye söz konusu olunca da Avrupa bu çelişkilerde ve kendi kendini yalanlamalarda zirve yapıyor. AB Türkiye’yi on yıllardır bekleme odasında tutuyor. Gitmesine izin vermiyor ama içeri de almıyor. Aradığı ölçütleri devamlı yeniliyor. Her seferinde daha fazla engel çıkarıyor. Türkiye’nin AB üyeliğinin demokrasiyi zaten geliştireceğini idrak edemiyor. Ama eski komünist blokun demokrasi standartları ve tecrübeleri Türkiye’den çok daha düşük ülkelerini üye yapmakta beis görmüyor.
Avrupa ve AB terör konusunda da çifte standart sergiliyor. İspanya’da Batasuna partisinin terörü kınamadığı için kapatılmasına destek veriyor. İş Türkiye’ye gelince terörle iç içe bir partiye demokrasi adına destek veriyor. Darbe teşebbüsünden sorumlu lanetli bir örgüt olan FETÖ’ye sahip çıkıyor. Ama Almanya’da şimdiye kadar hiçbir terör eylemi gerçekleştirmiş olmayan, sadece çok az sayıda üyesi silahlanmış bir örgütün darbeci olarak lanse edilmesine ve örgütün terör örgütü, üyelerinin terör örgütü üyesi muamelesine tabi tutulmasına ses çıkarmıyor, bu tavrı onaylıyor. Aynı durumdaki FETÖ üyelerine ise kucak açıyor ve Avrupa’da özel şartlarda yaşamalarını sağlıyor. İfade özgürlüğünü sözüm ona kutsuyor ama Müslümanlara karşı nefret suçları işlenmesine izin verirken her tür anti siyonist eleştiriyi anti semitizm olarak etiketliyor…
Avrupa’nın ve AB’nin Türkiye’ye karşı ikiyüzlülüğünün hikâyesi gerçekten uzun. Erdoğan’ın bu çıkışının çok yerinde olduğu kanaatindeyim...