Bu sene 30 Ağustos Zaferi’nin 100’üncü yılıydı. Bu münasebetle ülkenin her yerinde insanların coşkuyla katıldığı anma ve kutlama törenleri yapıldı. Hemen her kamusal kişi ve kurum kutlama mesajları yayınladı. Bazı mesajlarda zaferin ‘bağımsızlığımızı ve özgürlüğümüzü kazanmamızı sağladığı’ vurgulandı.
Olayın heyecanı içinde bu tür açıklamaların yapılması olağan. Ancak, sosyal ve siyasal teori açısından bağımsızlık ile özgürlük arasında nasıl bir ilişki olduğu sorgulandığında zaferin bu iki şeye ulaşmamızı sağladığı iddiası şüpheyle karşılanmak zorunda. Başka bir deyişle, bu ikisi arasında zorunlu bir ilişki yok. Birine sahip olmak mutlaka diğerine sahip olmayı da beraberinde getirmiyor.
Bağımsızlık daha ziyade gruplar için kullanılan bir kavram. Anlamı grubun kendi sevk ve idaresinin grup dışından birileri tarafından değil grubun kendi içinden birileri tarafından gerçekleştirilmesi. Bir grubun bağımsız olması onun diğer gruplara karşı özgür olması anlamında kullanılabilir, ama bu durumda da büyük ölçüde bir tekrar yapılmış olur. Bir ülkenin bağımsız olmasından bahsetmek o ülkenin zorunlu olarak özgürlükçü bir ülke olduğu anlamına gelmez.
Özgürlük esas itibarıyla bireye ait bir değerdir. Bir bireyin özgür olması onun hayatıyla ilgili tercihlerini onu engelleme kapasitesine sahip diğer beşerî ünitelerin keyfî olarak müdahalede bulunmasıyla karşılaşmadan serbestçe yapabilmesi ve takip edebilmesidir. Bu durumda bir ülkenin özgür olduğunu söylerken asıl kastettiğimiz şey o ülkenin özgürlükçü olması, yani insanların özgürlük hakkına sahip bulunmasıdır.
Bağımsızlık ile özgürlük arasında şu veya bu istikamette zorunlu bir ilişki yoktur. Bağımsız bir ülke aynı zamanda özgürlükçü -yani insanların negatif özgürlüğe sahip olduğu- bir ülke olabilir de olmayabilir de. Keza, bir ülkenin özgürlükçü bir ülke olması için onun illa bağımsız olması da şart değildir.
Örneklere bakalım. ABD 1776 Bağımsızlık Beyannamesi ile başlayan bir süreç ile İngiltere’den bağımsızlığını kazandı. Özgürlüğünü kazanmasına ise gerek yoktu, çünkü zaten özgürdü. Bugünkü Küba bağımsız bir ülke ama özgürlükçü bir ülke değil. Daha tipik örnekler de nasyonal sosyalist Almanya ve sosyalist Sovyetler Birliği elbette bağımsız ülkelerdi ama özgürlükle alakaları yoktu, hatta tam tersine, hemen her özgürlüğü gasbetmişlerdi. Günümüzde mesela İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı ülkeler Londra’dan atanan birer vali tarafından -artık daha ziyade sembolik olarak- idare edilmektedir, ama bu ülkelerin özgür olduğundan kuşku duymak için bir neden yoktur…
Türkiye tarihine baktığımızda ne görürüz?
30 Ağustos Zaferi Türkiye’nin -zaten henüz tam olarak da kaybetmediği- bağımsızlığını kazanmasını sağladı. Zaferin özgürlükçü bir ülkeye gidişin yolunu açması mümkündü. Aslında ülkenin yakın dönem tecrübesi de bu yolu işaret etmekteydi. Ancak, gelişmeler tam tersi istikamette oldu. Türkiye özgürlük nosyonundan eskiden olduğundan daha fazla uzaklaştı ve bir tek parti cumhuriyeti olmaya yöneldi. Bu dönemde sivil topluma yoğun müdahalelerde bulunuldu ve hemen hemen tüm hak ve özgürlükler askıya alındı. Özgürlüğümüzü kazanmamız büyük ölçüde 14 Mayıs 1950 seçimleriyle gerçekleşti.
Bu yüzden Türkiye tarihini her şey 30 Ağustos Zaferiyle kazanılmış gibi görmek ve sunmak yerine her şeyi yerli yerine koymakta ve bağımsızlığın özgürlükle taçlanmasının 14 Mayıs 1950’de vuku bulduğunu hatırda tutmakta fayda var.