Daha önceki yazılarımda Türkiye’de demokrasiyi kurmaya değil korumaya ihtiyacımız olduğunu vurgulamıştım. Yaklaşan seçimler demokrasiyi nasıl koruyabileceğimiz üzerine bilhassa kafa yormamızı gerektiriyor.
Demokrasiyi korumak hem iktidarın ne de muhalefetin görevi. Sade vatandaşlar da demokrasiyi korumakla ilgilenmek zorunda; çünkü demokrasiyi kaybetmek birçok hak ve özgürlükten mahrum kalmalarına yol açabilir.
Demokrasiyi korumak en başta demokratik siyasetin ana aktörü olan siyasi partilerle çoğulcu, rekabetçi seçim yapma imkânını korumayı gerektiriyor. Bu, iktidarların seçmen tabakalarının denetimine tabi olmasının ve seçimle gelip seçimle gitmesinin engellenmemesi anlamına geliyor. Türkiye bu bakımdan yakın tarihte çok zor sınavlar verdi. Özellikle AK Parti iktidarları Türkiye’de gelenekselleşmiş olan siyasete bürokratik müdahaleleri püskürtmede başarılı oldu ve demokrasimizi korudu.
Bugün demokrasiye bürokrasiden doğrudan bir müdahale olması ihtimâli sıfırlanmış değilse de çok azalmış durumda. Tartışılan, 2023 seçimlerinin demokratik usullere uygun şekilde yapılması. Bir başka deyişle, seçim güvenliği; yani vatandaşların serbestçe siyasi tercihini yapabilmesi ve verilen her oyun hangi partiye verildiyse onun hesabına yazılması...
Muhalefetin bu konuda gösterdiği hassasiyet değerli ve takdire şayan. Muhalefetin uyanık ve bilinçli olmadığı her sistemde suiistimal ihtimâli daha kuvvetli. Ancak, muhalefetin bu husustaki çabalarını iktidarı hedef alarak sergilemesi yanlış ve haksız. AK Parti şimdiye kadar seçim güvenliği bakımından iyi sayılacak bir performans sergiledi. 2019’da İBB seçimlerine yaptığı itiraz dışında önemli bir hatası olmadı. O hatanın bedelini de 13 bin oy farkının muhafazakâr seçmen tabakalarının partiyi cezalandırması yüzünden 800 bine çıkmasıyla ödedi… Muhafazakâr kitleler seçimin önemini ve değerini iyice öğrenmiş vaziyette. Bürokratik vesayet sisteminde sıradan insanların elindeki tek ‘silah’ oy mekanizmasıydı. Muhafazakâr kitleler ve temsilcileri başları her sıkıştığında seçime gitti ve problemleri böylece çözmeye çalıştı.
Bürokratik vesayet sisteminde devlet alanı ikiye ayrılmış, bir kısmı seçimle gelen iktidara bırakılırken geri kalanı seçimle gelmediği ve halka hesap vermediği hâlde vesayet odaklarına tahsis edilmişti. Bu sistem demokratik açıdan mahzurluydu ve zaman zaman ciddî tıkanmalara sebep olmaktaydı. CHP durumdan çok şikâyetçi değildi, çünkü bürokratik vesayetin siyasi ayağı olarak konumlanmıştı. Bu sayede, seçimleri genellikle merkez sağ partiler kazanmasına rağmen, CHP, bir anlamda, devamlı iktidardaydı. Türkiye sosyolojisi bunun AK Parti iktidarları zamanında değişmesinin yolunu açtı.
Güvenilir olmayan seçimler demokrasinin tökezlemesine yol açar. Bereket versin ki Türkiye bu bakımdan iyi sayılacak bir sicile sahip. Türkiye’de seçim güvenliği iki ayaklı olarak sağlanmakta. İlki seçimlerin yargı gözetimi ve denetimi altında yapılması. Bu 1946 seçim fiyaskosu üzerine, üstelik tüm tarafların iş birliğiyle gerçekleştirilen bir reform. Türkiye bununla ne kadar gurur duysa yeridir. İkinci ayak seçime giren tüm partilerin seçimlere her seviyede müşahit gönderebilmesi. Büyük partiler her seçim sandığında, seçim bölgesinde, ilçe ve il seçim kurullarında ve nihayet YSK nezdinde temsilci bulundurma hakkına sahip. Bunlar seçimle ilgili tüm bilgileri alabilir. Bu sayede seçim hesabı aynı anda birden çok yerde tutulabilir. Bu da seçimlerin güvence altında olmasına büyük katkı sağlar.
Muhalefetin seçim güvenliğine yönelik çabalarını normal, gerekli ve değerli buluyorum. Ancak, bunu yaparken, meşru rakiplerini potansiyel suçlu ilan etmemeli ve başka yazılarda ele almayı düşündüğüm gerçek problemleri görmezden gelmemeli...