Kürt halkının çoğunun bir Kürt meselesi olduğuna inandığını söyleyebiliriz. Bence de bu görüş önemli ölçüde doğru. Erdoğan’ın ısrarla “Kürt meselesi yok” demesine rağmen, bir Kürt meselesi var. Bu meselenin ne olduğu ve hangi boyutlarıyla yaşandığı ayrı bir konu, fakat, özellikle Diyarbakır’ı ziyaret eden ve hem kanaat önderleriyle hem de sokaklarda ‘sıradan’ insanlarla konuşan herkes, bir Kürt meselesi olduğunu görebilir.
Bununla beraber, bir gerçek daha mevcut: Kürt meselesi olduğuna inanan ve bunu dile getirip çeşitli platformlarda tartışan insanların pek çoğunun zihninin Kürt meselesi tarafından âdeta esir alınmış olması. O kadar ki, bu insanlar arasında bu mesele dışında neredeyse hiçbir şey konuşulmaz ve sohbetler eninde sonunda bu meseleye gelir, getirilir. Yine bu meselenin daha ziyade selfdeterminasyon ilkesi çerçevesinde değerlendirildiği de tespit edilebilir. Basitçe ifade etmek gerekirse, şöyle düşünülür: Her halkın bir devlet sahibi olma hakkı vardır. Kürtler de bir halktır. O hâlde, Kürtlerin de bir devlet sahibi olma hakkı vardır.
Bu anlamda selfdeterminasyon ilkesi, çoğu Kürt'ün kafasında, sorgusuz sualsiz, mutlak bir doğru olarak kabul edilmekte. Oysa, mesele bu kadar basit olmaktan uzak. Çok daha çetrefil. Diğer taraftan, ayrılıkçı hareketlerin dayandığı tek ilke de selfdeterminasyon değil. Yaklaşık on iki ilke ayrılıkçılığı destekleyebilir. Ayrılıkçılığın karşısında da yaklaşık on ilke sayılabilir. Bunlardan bazıları selfdeterminasyonu tamamen gereksiz ve geçersiz hâle getirebilir.
Selfdeterminasyon ilkesindeki ilk zorluk halkın nasıl belirleneceği noktasında boy gösterir. Halk kimdir? Halkın sınırları nerede başlar, nerede biter? Kimin hangi halka ait olduğu nasıl bilinebilir? Halk, daha ziyade dil ortaklığına atıfla tanımlanır. Ancak, bugün dünyada altı bin lisan var ve bunların çoğunun devleti yok. Ayrıca, dil içindeki alt lehçeler de bir başka güçlük kaynağı teşkil eder. Aynı dili konuştuğu hâlde farklı devletler oluşturmuş topluluklar da karşımıza çıkar...
Bir başka zorluk, hangi toprakların kime ait olduğu meselesinde ortaya çıkar. Siyonist Yahudiler gibi binlerce yıl geriye giderek bir toprağın kendisine ait olduğunu öne süren aktörlerle dünya haritası toptan değişir. Mesela ABD ve Güney Amerika yerlilere iade edilmek zorunda kalabilir. Bu yüzden, bir toprak işgal edilmiş olsa bile, bu, tek başına, selfdeterminasyon ilkesini uygulamayı gerekli ve meşru kılmaz. Çünkü, başka hayatlar yaşanmış ve yeni durumlar ortaya çıkmıştır. Eski duruma dönme arayışı bugünkü insanlara büyük zararlar verebilir ve çok daha büyük adaletsizliklere yol açabilir. Siyonist İsrail’in yaptıkları buna en güzel örnektir.
Bundan dolayı, mesela 70-80 sene önce vuku bulmuş, hâlâ döneme ait hatıraların canlı ve olayları yaşayan insanların hayatta olduğu işgallere itiraz etmek makul ve meşrudur. Lakin, diyelim ki 500 veya 800 sene önce vuku bulmuş bir işgale itiraz etmek ve eski duruma dönüş peşinde koşmak pek de makul sayılmaz. Bu türden arayışlar geçmişteki adaletsizlikleri düzeltemeyeceği gibi çok büyük yeni adaletsizliklere yol açabilir. Bu dediğime örnek olarak da İsrail’in yaptıkları gösterilebilir.
Bir Kürt meselesi var. Ama bu meselenin sadece selfdeterminasyon ilkesi çerçevesinde anlaşılması ve tartışılması yanlış.