28 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turu hem iktidara hem de muhalefete önemli mesajlar verdi. Umarım partiler ve ittifaklar bunları anlar ve etraflıca değerlendirir.
Kuşku yok ki asıl mesajlar muhalefete gitti. Seçimlere abartılı bir öz güvenle giren, bazı mensuplarına göre yüzde 60 ile kazanması beklenen muhalefet büyük hayal kırıklığı yaşadı. Muhalefetin acilen tutumunu ve durumunu gözden geçirmesi gerekiyor. Bunu yapması ve hatalarını düzeltmesi sadece kendisi değil Türk demokrasisi için de büyük önem taşımakta.
Muhalefetin seçim süreci boyunca yaptığı başlıca hatalara göz atalım.
Her şeyden önce muhalefet uydurma haberlere inanmada veya uydurma haberler üretmede hiç çekingen davranmadı. Bir senaryoya göre hükûmet seçimi kaybetmeyi göze alamazdı. Bu yüzden ya seçime gitmeyecek ya da seçimi kaybetse bile iktidarı devretmeyecekti. Bunun için gerekirse iç ve dış karışıklık çıkarılacak hatta icabında ülkeyi savaşa sokacaktı. Bu çerçevede sosyal medyada çeşitli senaryolar yazıldı, çizildi. En ilginçlerinden biri Sevan Nişanyan’a ait olanıydı. Bu beklenti veya korku boşa çıktı.
İkinci senaryo iktidarın seçimi çalacağıydı. Buna göre iktidar aslında önceki seçimleri de çalmıştı ama bu seçimi çalması kesindi; zira kaybetmekteydi. Bu yüzden çeşitli yol ve yöntemlerle oyları çalacak veya muhalefete mühür basılmış oy pusulalarını imha edecekti. Bunun için uçan mürekkepten sahte oy kullanmaya kadar birçok alt senaryo geliştirildi. Bunlar da boşa çıktı. Türkiye hem parlamento seçimlerini hem de cumhurbaşkanlığı seçiminin iki turunu önemli bir problemle karşılaşmadan gerçekleştirdi. Yolsuzluk ve kuralsızlık iddiaları havada kaldı.
Seçim gecesi muhalefetin geride olduğu anlaşılmaya başlayınca bu sefer seçimin adaletten uzak olduğu yazılıp çizilmeye başladı. Şartların eşit olmadığı vurgulandı. AK Parti’nin tüm devlet imkânlarını kendi lehine seferber ettiği iddia edildi… Şartların eşitliği yanlış anlaşılıyor. Bu, teorik bir eşitliktir. Mesela yüzde 40 oy alan bir parti ile yüzde 3 alan bir partinin fiilen eşit şartlarda yarışması elbette söz konusu olamaz. Diğer taraftan, kamu imkânlarının daha ziyade iktidarın işine yaradığı iddiasında bir nebze de olsa gerçeklik payı var. Seçime giden her iktidar kamu kaynaklarını az veya çok kullanmakta. Ancak, bu, seçimi kazanmayı garanti edemez. Öyle olsa hiçbir seçimin hiçbir iktidarı indirmede işe yaramaması ve ülkelerin hep aynı iktidarlar tarafından yönetilmesi gerekirdi. Ayrıca, kamu kaynakları sadece merkezî hükûmetin elindekilerden ibaret değil. Mahalli idarelerin elinde de çeşitli kamu kaynakları var. Bu çerçevede mesela İstanbul’da CHP lehine bir dengesizlik olduğu söylenebilir. Muhtemelen aynı şey Ankara ve İzmir gibi büyük şehirler için de geçerli.
Muhalefetin bir diğer argümanı demokrasinin sandıktan ibaret olmadığıydı. Elbette öyledir ve bu işlerle profesyonel olarak uğraşan biri olarak demokrasi sandıktan ibarettir diyen hiç kimse görmedim. Ancak, sandık demokrasinin mütemmim cüzüdür, sandık olmadan demokrasi olamaz. Esasen sandığın olması demokrasinin olduğunun ilk işaretidir. İfade, basın, teşkilatlanma, seyahat özgürlüğü gibi temel özgürlüklerin var olduğunu gösterir.
Son olarak muhalefet Erdoğan’ın seçimi yabancılar, özellikle vatandaşlık verilmiş Suriyeliler sayesinde kazandığını öne sürdü. Bu da yanlış. Birincisi, vatandaş olan kimse artık yabancı değil yerlidir. İkincisi, son on yılda vatandaşlık verilen yabancı sayısı 320 bin civarında iken seçimlerdeki fark yaklaşık iki buçuk milyon.
Görüldüğü üzere, muhalefetin mağlubiyetini açıklamak için kullandığı gerekçelerin tamamı geçersiz ve asılsız.