Türkiye’de değişik siyasi görüşlerden partiler TBMM içinde ve dışında varlıklarını sürdürmekte. Siyasi çeşitlilik ve çoğulluk ülkemizin çok alıştığı için olağan karşıladığı ve bu yüzden çoğu zaman farkına bile varmadığı bir gerçek. O kadar ki, terör ile arasına bir mesafe koymamakta direnen bir parti bile, AB demokrasilerinden farklı olarak, parlamentoda grup sahibi. Partiler iktidara yönelik en sert eleştirileri dile getirebiliyor.
Türkiye’de medya da çoğul. Tüm medyanın diktatörlüğe ve Erdoğan’a hizmet ettiği iddiaları temelsiz. Türkiye’nin en çok satan gazetesi Sözcü bir kategorik muhalif yayın organı. Aynı çizgide Cumhuriyet, Birgün, Karar, Korkusuz, Evrensel, Yurt, Yeniçağ, Yeni Mesaj, Yeni Asya, Millî Gazete, Yeni Yaşam gazeteleri de yer almakta. Kategorik muhalefet psikolojisiyle hareket ettikleri için bunların gazetecilikleri çoğu zaman mesleki ahlâk sınırlarının dışına taşmakta. Televizyon istasyonları arasında da muhalif olanlar eksik değil. Halk, KRT, Fox, Tele1, Flash, Başkent, Yol gibi her an ve her şeyde muhalif ve Haber Türk, TV100 gibi yerine göre muhalif televizyon kanalları yayında...
Türkiye’nin sapkın parlamenter sistemden bir tür sapkın başkanlık sistemine geçmesinin bir tek adam rejimi ortaya çıkardığı, yani bir diktatörlük doğurduğu eleştirileri temelsiz ve abartılı. Eskiden bir başbakan ve bakanlar kurulu vardı. Şimdi ise halk tarafından doğrudan seçilen bir başkan iş başında. Başkanın yetkilerinin çok olduğu elbette ileri sürülebilir. Ben de başkanın yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yetkilerinin bir kısmının diğer seçilmiş demokratik organ olan TBMM ile paylaşılması gerektiğini düşünmekteyim. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin parti üyeliğinin sona ermesi veya en azından gevşetilmesi taraftarıyım. Ama bunları söylemek başka sistemin bir tek adam sistemi, bir diktatörlük olduğunu öne sürmek başka...
Son olarak dikkat çekmek istediğim nokta, Erdoğan’a yönelik diktatör ithamlarının nasıl yorumlanacağı. Bu hemen her gün çeşitli yol ve vasıtalarla dile getirilmekte. Ancak, diktatörlük suçlaması ne kadar çok yapılırsa bu iddianın altı o kadar çok oyulmakta. Zira, gerçek bir diktatörlük olsaydı diktatöre diktatör denemezdi. Bunu söylemeye cesaret edenler ya hayatta kalamaz ya da zindanlarda süründürülürdü…
Dolayısıyla gerek teorisi gerek pratiği açısından bakıldığında Türkiye’de bir diktatörlük ve bir diktatör yok. Diktatörlüğün temel özellikleri eksik ve diktatör denilen kişi, tipik diktatörlüklerde olduğundan farklı olarak, kendisine diktatör denmesini önleyecek yetkilerle ve güçle donatılmamış durumda.
Bana göre Türkiye’nin ana problemi yürütmenin tek kişi mi olduğu yoksa bir cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar kurulundan mı oluştuğundan çok, siyasetin alanının sivil toplum aleyhine çok geniş olması. Ülkede her şey bir şekilde siyasetle ilişkili. Kredi almaktan üniversite rektörü olmaya, işe girmekten görevde terfi almaya kadar neredeyse her şey siyaset yoluyla yapılmakta. Bunun, rahmetli Kazım Berzeg’in işaret ettiği gibi, bürokratik tahakküm geleneğine sahip olan ülkemizde siyaset tarafından bu tahakkümün kırılması gibi müspet tarafları elbette var. Ancak, kuralların oluşmaması, ilişkilerin güç ilişkilerine dönüşmesi ve o şekilde yürütülmesi gibi zararları da mevcut. Maalesef siyasi kültürümüz de hem bu durumun sonuçlarından etkilenmekte hem de bu durumu desteklemekte. İktidarı eleştiren ve iktidara talip olan siyasi partiler sivil alanı siyasal alana karşı genişletmek vaadiyle değil, iktidarın alanını genişletmek, ama onu daha iyiye kullanmak vaadiyle seçimlere giriyor. Bu problem çözülmedikçe sistemin parlamenter sistem mi yoksa başkanlık sistemi mi olduğu ikinci derecede önemli.
Türkiye’nin daha iyi bir ülke olmasını isteyenlerin kafayı diktatörlük rejimi ve Erdoğan’ın diktatör olup olmadığı tartışmalarına takmak yerine bu temel problemi görmesi, üzerinde düşünmesi ve çözülmesi için çaba sarf etmesi ülkemiz için her bakımdan daha doğru ve yararlı olur.