"Dünya bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu" demiş Napolyon; bildiğimiz gibi... Nice medeniyetin gelip geçtiği, 'her yanını gezdim, gördüm' demek için haftaların dahi yetmeyeceği muhteşem bir kent. Her gün gelip geçtiğimiz sokaklardaki eserler, herhangi bir ülkenin toplam tarihi ve kültürel varlığını bile katlamaya yeter... Dünyaca ünlü tarihçi, yazar ve rehberimiz Saffet Emre Tonguç'un "İstanbul'da yaşamayın, İstanbul'u yaşayın" dediği şehir...
Tarihiyle, eşsiz güzelliğiyle sevdamız olan İstanbul, son yaşadığımız depremle yeniden "tehlike ve korku" ile aynı cümle içinde anılmaya başlandı. 6,2'lik İstanbul depremi korku tacirlerini ortaya çıkardı mesela. Dünün Kapalıçarşı tacirleri "Korkmayın, İstanbul'da deprem olmaz" deme cesaretini gösterirken, ev satmaya çalışanlar "9'a dayanan evler bunlar" yalanları söylemekten bile geri durmaz hâle geldiler ama neyse ki bilimin ışığında hareket eden, iddia ve tahminleri bilime dayalı profesörlerimiz var. Onları görmek, o verilere göre hareket etmek, en doğrusu. Fakat şüpheye tereddüt bırakmayacak bir gerçek var ki; Türkiye deprem ülkesi... İstanbul ise en riskli fayların kesiştiği bölgelerden biri. Konutların önemli bir bölümü riskli. Binalarımız çok katlı. Kötü senaryo gerçekleşir ve o dev binalar yıkılırsa yardım gidecek yol bulunamayacak Allah korusun... Yayın Koordinatörümüz Yücel Koç'un dünkü köşesinde tek tek yazdığı gibi; o özendiğimiz Avrupa şehirlerinde nüfusun büyük çoğunluğu tek katlı ve müstakil evlerde yaşıyor. Biz ise güzelim gül bahçeli evlerimizi, onlarca katlı, kimsenin birbirini tanımadığı apartmanlara bırakmışız. Hâlbuki 85 milyonluk nüfusumuzun tamamı, tek katlı ve müstakil evlerde yaşayabilir. Bunun için gerekli olan alan ise Muş ilimizin yüzölçümü kadar sadece...
Özetle, İstanbul'u biraz seyrekleştirmemiz gerekiyor. Pencereden baktığımızda karşı komşunun çamaşırı yerine güneşi, yeşil alanı görmek için, tek katlı evleri yıkıp apartman dikmek yerine ağaç dikecek alanlar oluşturmalıyız.
Konutta durum buyken, sanayi üretiminin yüzde 41'ini de barındırıyor bu şehir. 85 milyonluk ülke nüfusunun 5'te birinin yanı sıra sanayi ve üretimin yüzde 41'ini üzerinde taşıyan bir şehir İstanbul. TÜİK verilerine göre Türkiye imalat sanayisinde 250 bin işletme bulunuyor. 2024 rakamlarına göre 2,5 milyon da kayıtlı şirketimiz var. Küçük atölyeden tutun da dev fabrikalara kadar... İstanbul Sanayi Odası (İSO) verilerine göre ise 500 büyük sanayi kuruluşunun yüzde 40'ı İstanbul'da. Tekstil üretiminin de yüzde 61,2'si. Otomotiv, kimya, gıda, elektronik sektörleri için de merkez İstanbul. Bu hiç sağlıklı bir yapı değil. Getirilen onca teşvikle Anadolu illerine fabrika göçü yaşındıysa da ekonominin yarısı hâlâ İstanbul'da.
Yani, sanayi üretimi için de yapılacak şey aynı: İstanbul'da kümelenen sanayiyi Anadolu'ya yaymak... Şirket yönetimleri için İstanbul merkez olabilir ama üretim kesinlikle Anadolu'ya açılmalı. Çünkü İstanbul'da fabrika binaları ayrı bir rant alanı. Sanayici fabrika yapacak arazi bulamıyor. Geçtiğimiz haftalarda ZÜCDER Başkanlığına seçilen Burak Önder'in tespiti çok yerinde: Üretmeyen bir kişi 20 tane fabrika arsası alıyor, kiraya veriyor. Sanayicinin yeri yok. Bütün parasını toprağa, binaya veren sanayici ne teknolojiye ne insan kaynağına yatırım yapabiliyor. Yapılması gereken sanayi arsalarını rantçıdan kurtarmak. STK’lar ticaret odaları, sanayi odaları, üniversiteler, kamu ve özel sektörün birlik içinde hareket ederek hazırlık yapmalı. Bölgesel sektörel organize sanayi bölgelerinin kurulması ve bunun içine lojistik altyapısının olduğu devlet sanayi bölgelerinin kurulması ilk adım olabilir...
Evet, çok acilen harekete geçilmesi gerekiyor. Bizde bir söz var: İnsan doğduğu yerde değil, doyduğu yerde... O taşınacak fabrikaların çalışanlarına alıştıkları hayat tarzını yaşayabilecekleri imkânın sağlanması, fabrika ürünlerinin limanlara hızla ulaştırılması için kurulacak demir yolu hatları da projenin önemli bir parçası olabilir. Hem hız hem güvenlik açısından süper bir yol olacaktır.
Canan Eraslan'ın önceki yazıları...