Saadet hanım kendi elleriyle yaptığı kakaolu pastayı masaya abartılı bir tezahüratla getirmiş neşe içinde haykırıyordu: - Haydi bakalım, prensesim pastasını yesin... Yanında da buz gibi bir şeftali suyu... Aman, aman, yeme de yanında yat... Tam bu sırada çaldı kapı. Gözü hemen duvardaki İsviçre'den getirdikleri saate ilişti genç kadının. Önder olamazdı kapıyı çalan. Bu saatte imkansız gelemezdi. Önemli bir iş görüşmesi için daha yarım saat önce bir toplantıya girmişti. Elindeki bıçağı koydu masaya. Yan gözle annesine baktı. Evşen hanım akşamüzeri gelmişti. Kapıya doğru yürüyüp açtı. İrkildi Zehra'yı görünce. - Zehra hanım, nerelerdesin sen? Bugün geldim öğlenden hemen sonra, yoksun. Çocuklar da yok meydanda. Neredeydin, merak ettim... Kadın sadece üzgün bakışlarla süzdü Saadet hanımı. İçini çekti. Ağlamamak için zor tuttu kendini ama başaramadı. Karşısında gördüğü dost yüzü acılarını paylaşma duygusunu ortaya çıkartmış, bir anda sinir sistemine hakim olamamıştı. Hemen onun omzuna elini attı Saadet, yana çekilip yol verdi: - Gel, gel içeriye, hay Allah, ne oldu? - Emine'm, Emine'm öldü Saadet abla... Genç kadın kalakaldı olduğu yerde. Yüzü gerildi. - Yapma, ay, çok üzüldüm. Neden Zehra? Ne oldu ki? Omuzlarını kaldırdı kadın. Mutfağa girmişler, oradaki sandalyelere oturmuşlardı. İçeriden gürültüler geldiğini duyan Zehra rahatsız etmek istememişti. Teselliye çalıştı Saadet: - Ağlama, ağlama Zehra, ne yapalım, kader... - Ümit'im de yok artık. Yakup olacak adam, oğlumu verdi birine. Size verdiği gibi, para aldı karşılığında. Ama kimin nesi olduklarını bile bilmiyorum. Hiç bilmiyorum. Yanlış anlama abla ama ben... Asiye'yi isteyeceğini söyleyecekti. Verdikleri parayı bir şekilde geriye öderdi nasıl olsa. Asiye'yi yine getirir, severlerdi. Bütün bunları yolda gelirken kafasında planlamıştı. Yutkundu. Söze girmeye hazırlandığı sırada mutfak kapısının önünde son derece pahalı ve son derece şık giysiler içinde aynı bir prenses gibi tertemiz ve gülen bir yüzle beliriverdi Asiye. Saadet hanıma doğru koştu: - Anneciğim, neden gelmiyorsun pastamı kesmeye, anneannem bekliyor seni haydi... Donup kaldı Zehra. Kızı yüzüne bile bakmamıştı. Onun halini görünce söyleyecekleri her şey uçup gidiverdi sanki. Asiye'yi yanağından öpen Saadet hanım Zehra'yı işaret etti: - Bak canım kim geldi... Küçük kız öz annesine baktı, hafifçe gülümsedi, sonra sıkılmış gibi kollarını Saadet'in boynuna doladı. Öptü kadını, sonra da koşarak çıktı mutfaktan. Saadet suçlu gibi önüne baktı: - Alıştı bize çocuk. Hayatından çok memnun. Bir hafta sonra da Amerika'ya gideceğiz. Biraz alış veriş, biraz gezmek. Seneye onu ana okuluna vereceğim. Özel bir okula. Orada bale, piyano dersleri falan aldıracağım. İçi kaynayan bir kazan gibiydi Zehra'nın. Güçlülükle cevap verdi: - Allah razı olsun. O mutlu ya, başka bir şey istemem ben abla... Sağ olun... Ben kalkayım artık... Saadet onu kapıya kadar geçirdi. Bütün ısrarlarına rağmen genç kadının verdiği parayı almadı Saadet. Artık paraya falan ihtiyacı olmadığını düşünüyordu. Yapayalnız kalmıştı. Oyalanmadan çıktı sokağa. Ağır adımlarla yürüdü. Ne yanından geçenleri görüyor, ne de duyuyordu. Bilinçsiz bir şekilde caddenin ortasına doğru atıldı. O anda acı bir fren sesi duyuldu. Birkaç kişiden çığlıklar yükseldi. Herkes o tarafa doğru koşturdu. Zehra yolun ortasında başından hafifçe sızan bir kan yolunun içinde gözleri kapalı boylu boyunca yatıyordu... *** Komiser Ayhan odasına getirilen iki delikanlıya baktı sert bir ifadeyle: - Bu nedir sizden çektiğimiz yahu? Adam olmayacak mısınız siz? Hafifçe öne doğru eğildi: - Bana bakın, bu sefer başınız kötü dertte. Haberiniz olsun. Suçunuz büyük. Gasp! Bunun ne demek olduğunu biliyorsunuz umarım. Sen Kadir, hiç akıllanmayacaksın değil mi? Ya sen? Tuncer Demir bey... Bu kaçıncı sabıka. Ama bu sefer öyle altı ayla, bir seneyle kurtulamazsınız. En az on yıl içeridesiniz... Bilesiniz. Yarın Ankara'ya gönderiliyorsunuz. Suç mahallinde tatbikat yapılacak. Utanın yahu, bütün gazeteler sizden bahsediyor... DEVAMI YARIN