Oturdu masanın karşısındaki koltuklardan birine Zehra. Derin bir soluk aldı. Başladı başına gelenleri anlatmaya. Emine'nin ölümüyle noktalamıştı söyleyeceklerini. Dudakları kurumuştu. Bunu fark eden müdür bey hemen masanın üzerindeki zile bastı. Ardından içeri giren görevliye: - Soğuk bir şeyler getir oğlum... dedi. Zehra diliyle ıslattı kuruyan dudaklarını. Arkasına yaslanıp siyah gözlerini müdüre dikti: - Oğlumu göster şimdi bana müdür bey. Yalvarırım göster oğlumu. - Tamam bacı, Tuncer'i göreceksin. Çağıracağım şimdi, göreceksin. - Allah razı olsun senden müdür bey. Allah ne muradın varsa versin... Görevlinin getirdiği soğuk gazozu itinayla doldurdu müdür bey kendi elleriyle. Sonra da kadının önündeki sehpaya koydu: - Al şunu iç bakalım. İçin ferahlasın azıcık. Ah be bacım, yerini, yurdunu, toprağını bırakıp buraya geliyorsun, ondan sonra da şu başına gelenlere bak! Olacak şey mi bu. Burası, bu ıslahhane hep böyle ailelerin küçücük çocuklarıyla dolu. Kapıda bekleyen görevliye döndü: - Git, Tuncer Demir'i getir buraya. Benim odama. Oğlunun adını duyunca heyecanla kıpırdandı. İçi bir tuhaf oldu. Hangi yavrusunun acısına dayanacağını bilemiyordu... Zehra iki yudum aldı yanan yüreğini serinletmek için müdürün ikram ettiği gazozdan. Saniyeler geçtikçe daha çok heyecanlanıyordu. Nihayet dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Müdür kalktı yerinden: - Geldiler, diyerek kapıya yürüdü. Çalınmasını beklemeden açtı. Tuncer, biraz önce giden görevlinin yanında, biraz solmuş, ama daha çok gözlerindeki umutsuzluk belirginleşmiş bir halde göründü. İçeriye gözü ilişince heyecanla aydınlandı yüzü: - Ana, anacığım... Ağlayarak koştu içeriye. Zehra'nın boynuna atıldı. Kadın onun kafasını öpüyor, kokluyor, bağrına basıyordu: - Oğlum, can oğlum, aslan oğlum, yavrum, iyi misin bir tanem benim... İyi misin aslanım? Geri çekildi Tuncer. Çakır gözleri yaş içindeydi. Başını salladı: - İyiyim ana.. Çok iyiyim. Burada neler öğreniyorum bilsen. - Öğren bir tanem, öğren işte. Elinde bir şey olsun bildiğin. Hiçbir şey bilmeden serseri mayın gibi dolanma hayatın içinde. Ders olsun sana her şey... Çocuk dizine oturdu Zehra'nın: - Sen nasılsın ana, neden beyaz oldu saçların? İrkildi Zehra. Hiç fark etmemişti saçlarının ağardığını. Bu kadar üzüntüye dayanamamıştı bünyesi. - Ne bileyim ben, yaşlandım herhalde... - Ümit nasıl ana, Emine nasıl? Durakladı kadın. Dudaklarının ucuna kadar geldi içini yakan ıstırabın tercümanı olan feryat, ama yutkundu, geri yuttu. - İyi oğlum, ikisi de iyi. Evdeler. Bıraktım da geldim onları. Tuncer'in yüzü aydınlandı. Oğluna yalan söylemişti. Ama zaten küçücük yaşında olmayacak bir badirenin içine dalıp allak bullak olan bu çocuğun sekiz yıllık kısa hayatını daha da karıştırıp onu hayata, babasına düşman etmeye ne hakkı vardı ki... - Ya Asiye, görüyor musun onu? Başını salladı. Gülümsemeye çalıştı: - Onun keyfi yerinde, görüyorum tabii. Hepimiz seni özlüyoruz. Babasını sormuyordu Tuncer. Zehra'nın dikkatini çekti bu ilgisizlik ama nedenini sormaya, araştırmaya yüreğindeki kırgınlık izin vermedi. Hiç bahsetmediler Yakup'tan. Sonunda müdür beyin ikazıyla bu birlikteliğin bittiğini anladılar: - Haydi bakalım hanım. Tuncer arkadaşlarının yanına dönsün. - Sağ ol müdür bey. Şey... para, para versem, gerekir mi acaba? Müdür elini kaldırdı: - Hiç gerek yok. Onların paraya ihtiyacı yok. Daha büyük çocuklar fark ederlerse alırlar elinden... Boyun büktü. Bir kere daha sarıldı oğluna. Kokladı yeniden. Ayrılmak istemiyor gibiydi. Tuncer görevliyle birlikte merdivenlere doğru ilerlerken başını anasına çevirmiş, sanki onu son kez gördüğünü biliyormuş gibi gözleri ıslak, üzgün bakışlarla takip ediyordu. Kapıdan elini kaldırıp salladı Zehra. Sonunda Tuncer merdivenlerin sonunda kayboldu. Kapıdaki görevliye döndü: - Allah razı olsun kardeş. Yardım ettin bana, oğlumu gördüm bir kez daha... Adamın cevabını beklemeden çıktı dışarıya. Hemen durağa doğru yürüdü. Gelen ilk otobüse bindi. Kafasının içinde bin bir tane düşünce oynaşıyordu. Hiç birisini ötekinden ayıklayıp, ne olduğunu irdelemiyor, sadece o düşüncelerin kalabalığında yorgun bir halde duruyordu. İki vasıta değiştirerek geldi Bostanlı'ya. Saadet hanımın apartmanının önüne geldiğinde hava kararmak üzereydi. Ayaklarında dermanı kalmamıştı. Usulca itti apartman kapısını, içeri girdi. DEVAMI YARIN