Ayaklarında derman kalmamıştı...

A -
A +

Bir kahkaha attı Ömer. Ellerini iki yana açtı: - Onu da sen bulacaksın, kafanı çalıştır biraz. Sokakta yaşamak aptal adamların harcı değildir. Buralarda her türlü şeyle karşılaşabilirsin. Serserisiyle, esrarkeşliyle, sapık olanıyla... Kafanı kullanmasını öğreneceksin. Kolay değil öyle kapıyı çekip "ben de sizinle geliyorum" demek... "Ben de sizinle geliyorum" cümlesini Tuncer'in taklidini yaparak söylemişti. Onun gibi çekingen, ince bir sesle konuşmuştu. Diğer çocuklar güldüler onun alaylarına. Tuncer başını kaldırdı. Zaten gururlu, kendisiyle alay edilmesinden hoşlanmayan bir çocuktu. Hırsla konuştu: - Tamam, görürsünüz şimdi. Kendinden emin bir tavırla dükkana doğru yürüdü. İçeride kimse yoktu bakkaldan başka. Yaşlıca bir adamdı. Burnunun ucuna kadar düşen gözlüklerinin üstünden baktı küçük çocuğa: - Ne istedin evladım? Tuncer biraz tedirgin bir halde yaklaştı tezgaha: - Dört ekmek, salam, sucuk ve beyaz peynir... Bakkal sakin bir şekilde çıkardı gözlüklerini. Kasanın önünde hesap yapıyordu. Buz dolabını açtı: - Peynir ne kadar olsun yavrum? - Şey... yarım... yarım kilo... Yarım kilo evet... Bakkal biraz rahatsız olmuştu çocuğun kekelemesinden. Fakat bir şey söylemeden peyniri tarttı. Sonra dönüp gülümsedi: - Eee, sucuk, salam, onlar ne kadar? Eliyle vitrini işaret etti Tuncer: - İşte onu. Bir de yanındakini. - Birer kangal yani? Başını salladı. Ellerini pantolonunun cebine sokup sakin görünmeye çalışarak etrafına bakındı. Paket hazırlanmış, bütün istedikleri naylon torbaya konmuştu. Adam torbayı uzatırken: - Yirmi lira hepsi, dedi... Tuncer bir eliyle torbayı alırken diğer elini cebine daldırdı gülerek. İşte tam o anda bütün hızıyla kaçmaya başladı. Bakkal çevik davranıp tezgahın arkasından fırlamıştı. Bir yandan bağırıyor, bir yandan da koşuyordu çocuğun arkasından: - Koşun, yakalayın şunu, hırsız var... Hırsız var! Nefesi kesilene kadar koştu çocuk. Nihayet durup bir duvara dayandı. Gülümsedi kendi kendine. Dönüp arkasına bakmak istedi. İşte tam o sırada bir el dokundu omzuna. İrkildi. Üniformalı bir polis memuru sert bir şekilde bakıyordu yüzüne... *** Zehra artık sürünüyordu yürümek yerine. Ayaklarında derman kalmamıştı. Bakmadıkları yer yok gibiydi. Hüsamettin sonunda nasırlı parmaklarıyla hafif dökülmüş kafasını kaşıdı: - Yok be bacım. Bakabileceğimiz her yere baktık. Bence karakola gidelim, ne dersin... Başını salladı "olur" anlamında. Yüzü bembeyaz olmuştu kadının. Dudakları sanki mühürlenmiş gibiydi. Bir tek kelime çıkmıyordu ağzından. Konuşursa o ana kadar hakim olduğu bütün sinirlerinin boşanacağından korkuyordu. İçinden haykırmak, çığlıklar atmak geliyordu çünkü. Takıldı yine adamın peşine. Geldikleri yoldan geri döndüler. Güzeltepe Karakolu yukarıdaydı. Yokuşun en üstünde. Hatta Zehralar'ın evine yakın ama ters istikametteydi. Karakoldan içeriye girdikleri zaman yüreği fırlayacak gibi atıyordu. Hüsamettin hemen yan tarafta, bir tahta bankın üzerinde oturmuş, yarım ekmek arasına konmuş köfte yiyen iki görevli polise doğru yürüdü: - Afiyet olsun memur bey, yemeğinizi de yiyorsunuz kusura bakmayın ama bir maruzatımız vardı. Bir çocuk kayıp da... Polis memuru lokmasını keyifle çiğneyip yuttuktan sonra eliyle binanın içini işaret etti: - Girin, sağa dönün. Oradaki arkadaşa gidin. - Sağ ol memur bey, afiyet olsun size... Arkasını dönüp Zehra'ya "yürü" der gibi işaret etti. Girdiler... * DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.