Hemen başının örtüsünü bağladı, üzerine bir hırka alıp fırladı sokağa Zehra... Emine'yi sarıp sarmalayıp kucaklamıştı. Tekrar Hüsamettinlere yöneldi. Bu sefer evden dışarıya cılız bir ışık sızdığını görüp sevindi. Hızlı hızlı çaldı. Döndü karşısında sararmış, zayıflamış, gözleri ağlamaktan şişmiş Zehra'yı görünce ıslak ellerini eteğine kuruladı. - Amanın... Kız ne bu hal! Gel hele... - Girmiyeyim abla, Emine'm hasta., cayır cayır yanıyor abla... Bak şu haline... Kadın elini çocuğun alnına koydu: - Vah vah vah... Doğru söylersin, gir hele, Bizim beye haber vereyim. Yok mu meydanda yine o hayırsız kocan? Ne Yakup'muş ama be... Doğrusu hiç beklemezdim... Hüsamettin kanepeye bağdaş kurmuş, tespihini çekiyordu. Zehra'yı görünce gülümseyerek kalktı: - Vay, bizim kız! Hoş geldin bakalım, gönül koymaya başladımdı artık, arayıp sormazsın hiç... Zehra ağlamaklı atıldı. - Hüsamettin ağabey, Emine'm çok kötü, yardım et ne olur... Döndü meseleyi alelacele anlattı kocasına. İki dakika sonra Hüsamettin'in eski kamyonetine binmişti hepsi. Devlet hastahanesine gidiyorlardı. Acil kapısından koşarak girdiler içeriye. Şaşkındı Zehra. Önlerine çıkan bir hemşirenin önünü kesti: - Ne olursun, yardım et kardeş... Kızım çok hasta. Hemşire yan gözle bebeğe baktı. Sonra da Zehra'ya çevirdi yorgun gözlerini. Acımış olacak ki haline, eliyle işaret etti. - Gel benimle... Koridorun sonundaki odanın kapısını açtı. İki genç doktor karşılıklı oturmuşlar, gülerek sohbet ediyorlardı. - Doktor bey, hasta geldi... Hemen fırladı doktorlar. Zehra içeriye dalmıştı bile. Çocuğu hemen oracıktaki muayene masasına yatırdılar. - Ne oldu buna hanım, anlat bakalım? - Bilmem ki ben doktor. İyiydi. Uyumuşuz ikimiz. Yemeğini hazırlamaya kalktı, geldim ki yanıyor, başı düşüverdi yanına. Emine çok yavaş soluk alıyordu. Gözleri kapalıydı. Kendinde değil gibiydi. Doktor stetoskopunu takıp dinledi ciğerlerini, kalbini. Yanındaki arkadaşına baktı kaçamak bir bakışla. Sonra hemşireye döndü: - Serum hazırlayın hemşire hanım... Çocuk beslenme yetersizliği geçiriyor. Zehra gözlerini kapattı. İçinden yükselen çığlığı bastırabilmek için bütün gücünü harcıyordu... Tuncer ıslah evine geleli on günü olmuştu. On günde kendisine bir tek arkadaş edinmişti. O da Kadir. Buradaki bütün çocuklar aile içindeki şiddetin, eğitimsizliğin kurbanlarıydı. Kadir de baba dayağından ve üvey ana yüzünden kaçmıştı evinden. Sonra kirli işlere batmış, bir arkadaşıyla yaptığı kavgada karşısındaki bıçakla yaralamıştı. On sekiz yaşına kadar kalacaktı ıslahanede. Burada herkes birbirine karşı düşmanmış gibi davranıyordu. Çocukların yaşadıkları badireler onların küçücük yüreklerine güvensizliği nakşetmişti adeta. Herkes herkesten çekiniyor, insana has hasletlerden iyilik, paylaşma, yardımseverlik yabancı duygularmış gibi algılanıyordu. Kadir peşinde dolanmıştı ilk iki gün Tuncer'in. Onun durgun, kimseyle konuşmak istemeyen, kırgın hali sonunda bıktırmış: - Ne halin varsa gör be! Diyerek uzaklaşmıştı. Kadir aynı koğuşta kalan bir başka çocukla çekişme içindeydi. Birbirlerine sürekli laf atıyor, ikisinden birisi gücünü ispat edip, koğuşta üstünlük sağlamak istiyorlardı. Tuncer'in geldiğinin beşinci gününde sabahta kıyasıya bir kavga olmuştu Kadir'le diğer çocuk arasında. Diğer çocuk yenilen taraftı. Öğleden sonra Kadir pencerenin yanında dururken arkasından usulca yaklaşmıştı elinde sopayla. Bunu bir tek Tuncer görmüştü. O zaman olanca gücüyle bağırmıştı: - Kadir, dikkat et! DevamI YarIn