Kahvehanede heyecanlı bir parti başlamıştı... Yavaş yavaş diğer kişilerin de ilgisini çekmiş, etrafları seyircilerle dolmuştu. Yakup her zaman olduğu gibi yine kazanarak başlamıştı oyuna. Keyfine diyecek yoktu. Bir kere bile Asiye'yi düşünmüyordu. Takside kahveye gelirken gelmişti aklına küçük kızı. En ufak bir sızı bile duymamıştı içinde. Onun rahat olduğunu biliyor, kafasını biraz sonra oturacağı kumarın heyecanına odaklamış, başka hiçbir şeyi gözü görmüyordu. Istakayı çektiği son taşı yerleştirerek açtı kahkahayla: - Hah, hah, ha... İşte bu kadar... Haydi beyler, isterseniz yükseltelim partiyi, heyecanlı olsun... Başını çay ocağına doğru çevirdi: - Mehmet, haydi bana şu büfeden bir şişe kap da gel bakalım... *** Zehra sallanarak çıktı yokuşu. Yorulmuştu. İçi bir garipti. Buruk, üzgün ve durgundu. Saadet hanımın evinden ayrılırken kızına sevgiyle sarılmış ama küçük kızın iki acele öpücükle bu vedalaşmayı geçiştirip yeni alınan oyuncaklara koşturmasına içerlemişti. Yorgunluktan eliyle bir evin bahçe duvarına dayanarak dinlendi bir müddet. Kendi kendine mırıldandı: - Ben neler düşünüyorum. Daha beş yaşında yavrucak, ne bilecek ki. Oyuncaklar cazip geldi. Hep isteyip de erişemediği şeyleri kucağında buluverince şaşırdı ne yapacağını. Ben de çocuk gibi güceniyorum ona. Yutkundu. Etrafına bakındı. Hava kararmak üzereydi. - Hem o mutlu olsun da ne olursa olsun diyen ben değil miydim?.. Tekrar yürümeye başladı. Cebinde aldığı gündelik vardı. Bakkala girdi. Bir paket makarna, iki ekmek, bir tas yoğurt aldı. Bakkal parasının üstünü sayarak verdi. Dikkatlice yerleştirdi çantasına. "iyi akşamlar" dileyip çıktı. Yorgunlukta iki yana sallanarak yürüyordu. Kapıyı çaldı yavaşça. Bekledi. Biraz daha kuvvetlice vurdu. Yine açılmadı. Dışarı dolaşıp camdan içeri baktı elini siper edip. Ümit uyuyordu sedirin üzerinde. Emine ise ağlıyordu yattığı şiltede. Seslendi: - Tuncer... Tuncer oğlum... Kimse gözükmüyordu. Tekrar kapıya dolandı. Yumrukladı olanca gücüyle... - Ah Tuncer, ne yapayım ben seni... Neredesin be oğlum, neredesin be? Tekrar cama geldi... Cama vurdu hızlıca. Ümit gözlerini açarak şaşkın bir şekilde baktı ondan tarafa. Gülümsedi: - Oğlum, Ümit'im, haydi aç kapıyı anneye oğlum, haydi aslanım... Çocuk usulca indi sedirden. Paytak bir şekilde koşarak sokak kapısına geldi. Uzun süren bir uğraştan sonra açıldı kapı. Rahatlamıştı Zehra. Hemen kucakladı oğlunu, bağrına bastı: - Aslanım benim, aferin benim oğluma. Nasıl da açtın öyle... İçeri girdi. Emine feryat ediyordu. Hemen kaldırdı küçük kızını. Ter içinde kalmış, kirlenmişti. Kötü bir koku yayılıyordu etrafa. Kollarını sıvadı, sıcak suyla, temizledi kızını. - Ah Tuncer, bu sefer sopayı hak ettin artık. Ümit annesinin yanına gelmiş bakıyordu. Ona döndü. - Nerede oğlum ağabeyin, nerede Tuncer? Çocuk ellerini yana açtı, kaşlarını kaldırdı: - Ağabey gitti... yok... Benim karnım aç... mama... mama istiyom... Garip bir tedirginlik duydu Zehra. Kızını kucakladığı gibi mutfağa koştu. Öğlen yemeleri için ayırdığı yemek olduğu gibi duruyordu. Hiç dokunulmamıştı. Korkuyla geri çekildi: - Demek öğlenden önce gitmiş. O saatten beri yok meydanda... Hemen Ümit'in elinden tutup sokağa çıktı. İleri geri yürüdü. Karşıdaki yolun kenarındaki evlerin birinden genç bir kız bakıyordu camdan. Ayaklarını sürüyerek ilerledi o tarafa doğru: - Kızım, bir şey soracağım, benim küçük oğlanı biliyor musun? Tuncer... Buralarda oynardı hep... Kız başını salladı: - Biliyorum teyze... Sevindi. Dudakları kurumuştu. Diliyle ıslatarak devam etti. - Gördün mü onu bugün. Evde yok da... Kız eliyle sol tarafı işaret etti. - Gördüm, sabah üç tane çocukla bu tarafa gitti. Daha doğrusu onların ardından koşarak gitti. Önce sizin kapının önünde bir şeyler konuştular sonra da gittiler. Sabah sekiz buçuk falandı. Kanının donduğunu hissetti Zehra. Kelimeler takılıp kalmıştı boğazına. Gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Konuşamadı... DEVAMI YARIN