Omzunu silkti Yakup. Birlikte çıktılar Mehmet'le... Bir dolmuşa atlayıp Konak'a gittiler. Adliyenin yanında, yeni yapılan iş hanındaydı avukatın yeri. Sekreter kız, bugüne kadar bu yazıhaneye gelen müşterilere hiç benzemeyen bu hırpani kılıklı iki adamı tedirginlikle izledi. Mehmet bilmiş tavırlarla yaklaştı yanına kızın: - Bacım, biz Akif Hikmet Tunalı'yla görüşecektik... - Randevunuz var mı efendim? Mehmet yan gözle Yakup'a baktı. Adam kayıtsızca deri koltuklardan birine çökmüştü bile. - Bize Suphi Cevat bey verdi buranın adresini. Kendisiyle burada buluşacaktık. Genç kız hemen yerinden kalktı: - Bir dakika, Suphi Cevat bey içerideler. Haber vereyim ben. Hemen masasının arkasındaki maun kapıyı tıklatarak girdi içeriye. Son derece klasik bir şekilde döşenmiş bir büroydu bulundukları yer. Çok geçmeden kız geri çıktı: - Buyurun, sizleri bekliyorlar... Peş peşe daldılar avukatın odasına. Akif Hikmet uzun boylu, açık kumral saçlı, kalın siyah çerçeveli gözlüklü, iri yarı bir adamdı. Görüntüsünde insanı ürküten bir hal vardı. Mehmet bu tür insanların karşısında takındığı dalkavuk tavrını takınıvermişti hemen. Ezilip büzülüyordu avukatın karşısında. Suphi Cevat'ı görünce abartılı bir şekilde yöneldi ona doğru: - Oooo, muhterem ağabeyim, nasılsınız? Cevat bey fazla laubali olmayan, ciddi bir tavırla tokalaştı genç çırakla. Hemen söze girdi uzatmaya gerek duymadan: - Gereken her şeyi konuştuk biz Akif beyle. Bir imzaya kaldı iş. Yakup bey, şurayı imzalayacaksınız siz. Bir de şurayı.. Çocuğun soyadını da değiştirmek istiyoruz. Adını da. Adı Cem olacak. Soyadı da Güngören. Akif bey gereken her şeyi yapacak. Başka bir soracağınız? Yakup bir an önce parasına kavuşmak istediği için kafasını salladı iki yana "yok!" anlamında. - Tamam o zaman. Buyurun kalan borcuma mahsuben dört yüz bin liralık bir çek daha. Kaparcasına aldı çeki. Yakup bu alışverişten son derece memnun katlayıp koydu cebine. Yılışık bir şekilde sırıtıyordu etrafına... *** Zehra mezarlıktan ayrıldıktan sonra Hüsamettin'in eski kamyonetinden yokuşun başında indi. Karı kocanın bütün ısrarlarına rağmen onlara gitmeyi reddetmiş, yalnız kalmak istemişti. Çantasını açıp baktı. On lira parası vardı. Döndü mezarlık çıkışı ısrarla vermişti kocasına göstermeden. Almak istememiş ama zorla cebine sokmuştu kadın. Utanarak kabul etmişti. Kamyonetin ardından baktı, sanki onun gözden kaybolmasını bekliyormuş gibi bekledi. Daha sonra aksi istikamete doğru yürüdü. Karşıya geçip otobüse bindi. Uzun süren bir yolculuk, iki otobüs değiştirmesine neden olmuştu. Defalarca gitmek istediği yeri sormuş, sonunda bulabilmişti. Kekeleyerek okudu büyük taş binanın giriş duvarının üzerindeki sarı pirinç levha üzerine siyahla yazılmış tabelayı. "Sosyal Hizmetler İzmir Çocuk Islah Evi"... Derin bir soluk aldı. İçeri girdi. Kapıda bekleyen bıyıklı, şişman adama doğru yürüdü: - Kardeşim, oğlum burada. Ne olur görmeme izin ver. Bir göreyim, gideceğim sonra. Hiç görmedim geldiğinden beri... Adam şaşkın bir şekilde baktı, kafasını çevirdi. - Fesüphanallah! Al başına derdi şimdi. Hanım, bugün ziyaret günü değil, bir şey değil, git başımdan Allah'ını seversen. Üsteledi Zehra: - Şuradan şuraya gitmem. Oğlumu göreceğim. Ona söyleyeceklerim var. Mahkemenin hakimi ne zaman istersen gider görürsün demişti. Beni müdürüne götür o zaman. Öylesine kararlı ve inatçı bir görüntüsü vardı ki. Sanki siyah gözlerinden hırs, öfke saçılıyordu çevresine. Adam "tövbe, tövbe" diye mırıldanarak bankonun ardından çıktı. - Gel bakalım... Şu karşıki oda. Müdürün odası orası, boşuna gidiyorsun söyleyeyim... - Sağ ol sen, Allah razı olsun. Ben konuşurum artık onunla... diyerek yürüdü gösterilen yere doğru. Kapıyı tıklatıp girdi içeriye. Klasik döşenmiş bir bürokrat odasıydı. Hiç bakmadı etrafına. Zaten bir şey görecek hali de yoktu. Hemen masanın başındaki başı saçsız, yuvarlak yüzlü, takım elbiseli adama doğru ilerledi: - Müdür bey sen misin? Adam hayretle kaldırdı başını. Hiç böyle teklifsizce bir hitap görmemiş gibiydi. - Evet, ne istedin hanım? DEVAMI YARIN