Yakup kahvede bekliyordu kendisini. Doğruca onun yanına gitti Mehmet. Sırıtarak: - Tamamdır Yakup ağabey... Seni ve çocuğu istiyorlar. Yarın gideceğiz, hazırlan! - Deme yahu, zenginler mi sen ondan bahset? Dudaklarını öne doğru uzattı: - Üüüü, bildiğin gibi değil, koca konak be oturdukları yer. Senin tarlaların kadar bahçeleri vardır... *** Zehra sabaha kadar uyumamıştı korkudan. Yakup'un artık iflah olmaz düşüncelerinin ne olduğunu bilemiyor ama şüpheleniyordu. Ne yardım isteyecek bir arkadaşı, ne de sığınabileceği bir yakını vardı. O kadar çaresiz hissediyordu ki kendisini... Sabah hep kocasını izlemişti kaçamak bakışlarla. Yakup hiçbir şey yokmuş gibi kalkmış, kahvaltısını yapıp fazla konuşmadan hemen çıkmıştı. Bu gidişin biçiminden de şüphelendi Zehra. Sanki yetişmesi gereken bir yer varmış gibi acele etmişti. Birkaç gün önce sarhoş kafayla ağzından kaçırdı birkaç söz bütün kuruntuların sebebiydi. "Bunlara da birer yağlı kapı ayarlarsam iyi olur!.." İşte bu sözlerdi kadıncağızı perişan eden. O günden beri iki kolunun altındaydı çocukları. Bir gün önce kapıyı üstlerine kilitleyip gitmişti Saadet hanıma. Asiye'yi görmüştü. Kızı memnundu hayatından. Hatta kendisini unutmuş gibiydi. Başı dönmüştü kendisine sunulan şeylerden. Bebekler, oyuncaklar, kıyafetler, her gün dondurmalar, çikolatalar. Sanki sarayda yaşayan bir prenses gibiydi. Gelişigüzel, lakayt bir tavırla öpmüştü annesini, sonra hemen oyuncaklarına dalmıştı. İçi burkuldu Zehra'nın ama belli etmedi. Onu mutlu görüyordu ya, gerisi önemli değildi. Mühim olan onun hayatıydı ve hayatın kalitesiydi. Yoksa o hayatın içinde kendisini olup olmaması bir şey ifade etmiyordu. Olmasa da olurdu... Saadet hanım Zehra'nın halinden sıkıntılı olduğunu anlamış, çok da ısrar etmişti. Ama bir şey demedi kadın. Gülümsedi: - Bildiğin şeyler Saadet abla. Hep bildiğin şeyler. Aynı, değişen bir şey yok... Bizim hayatımız artık böyle... Yutkundu. Usulca "Önder ağabeye söyle de abla, benimki gelirse kovalasın." Diye fısıldadı. İrkilmişti Saadet. Heyecanla atıldı: - Ne oldu Zehra, açıklamalısın bana?... - Yok abla bir şey. Kumar oynuyor, parasız kalınca nereye gidecek, size, Önder ağabeye. Ağzının payını versin. Saadet başını camdan dışarı çevirmişti. Sesi titriyordu: - Şu mahkeme işini halletseydik... Bir an önce biteydi... - Ben anasıyım abla, benim imzamla olmuyor mu? Güldü acı bir şekilde ama sevgiyle: - Yok yavrum, aile reisi baba. Yani erkek... Kanunlar böyle... Kendi kendine söylendi Zehra: - İşe bak! Evde çalışan benim, iki kuruş getirmeye uğraşan benim, o reismiş... Komisyoncu söylediği gün gelmişti. Zehra neredeyse ayaklarına kapandı adamın, gözyaşları içinde yalvardı birkaç gün daha tanıması için. Çocuklarını gösterdi, çantasını açıp gösterdi. Bütün bunları yaparken yüreği burkuldu, kopmak üzere oldu sanki. Gururu bir yandan için için kendisiyle kavga ediyor, kendisini ayaklar altına almasından duyduğu öfkeyi kusuyordu. Ama mecburdu. Emlakçi sonunda insafa geldi ve on beş gün daha izin verdi. Söylenerek uzaklaşıp gitmişti. Zehra derin bir nefes aldı. Onuruyla kavgasına devam etti. Hâlâ da içinde bir taş gibi oturuyordu bunlar. Önüne bakıp mırıldanmıştı Saadet hanıma: - Evden çıkartıyorlar... Kirayı veremedik. Saadet hanım hemen çantasına atıldı. Zehra haykırdı: - Hayır... Hayır Saadet abla, yapma. Sen böyle yaptıkça onun işine geliyor. Bırak sokağa atılalım. Kendisi de sokakta kalacak. Belki aklı başına gelir o zaman. Az müsaade et... Genç kadın kalakalmıştı. Onun kararlı siyah gözlerine bakıp boyun büktü: - Sen nasıl istersen. Ama ben hep buradayım unutma... - Sağol abla... Allah razı olsun, iyi ki varsın... Böyle söyleyerek ayrılmıştı. On beş gün de izin vermişti Saadet... "Gerek yok" gelmene" demişti. Asiye'sini özleyecekti ama olsun. Çocuklarda kalıyordu aklı. Kapı çalındığı zaman bütün bunları düşünüyordu Zehra kadın... DEVAMI YARIN