Tuncer'in ikazını duyan Kadir, hızla dönmüş ve kendisine saldıran çocuğun elindeki sopayı atik davranarak kapmış ve kolunu ters çevirerek etkisiz hale getirmişti. Sonra da bir yumruk atarak kovalamıştı yanından. Biraz korkmuş, biraz da heyecanlanmış bir şekilde minnetle baktı Tuncer'e: - Sağ ol arkadaş! Tuncer usulca "bir şey değil!" diye fısıldadı. O anda sıcak bir elektrik oldu aralarında. Kadir sokuldu tekrar onun yanına: - Arkadaşımsın artık. İstesen de istemesen de arkadaşımsın. Burada insan yalnız yapamaz. Bir dosta ihtiyacı vardır. Bilir misin dost nedir? Kaşlarını kaldırmıştı Tuncer. Başını iki yana salladı: - Benim hiç dostum yok! - Artık var diye sırıttı Kadir. Keskin hatlı bir çocuktu. Yaşından büyük gösteriyordu. Senin dostun benim artık. Sen de benim. Tuncer gülümsedi. Başını salladı "olur" anlamında. Mavi gözleri kısıldı: - Kan kardeş gibi mi? - Evet, kan kardeş gibi. İstersen kan kardeş de oluruz.. Ne dersin? - Tamam... dedi gülümsemesine devam ederek. Kadir hemen yastığının altından bir çakı çıkardı. Fısıldadı: - Kimse bilmez bunun bende olduğunu. Ama bu kadar düşmanın içinde kendini koruyacak bir silahın bulunması lazım. Sana da buluruz bir tane. Çakının ucunu açtı, ağzına sokarak ıslattı bıçağı, gözlerini kapatıp kolunu enlemesine kesti. Canı yanmıştı ama ince çizikten kan damlamaya başladı. - Haydi, sıra sende... kes bakalım kolunu... Tuncer ürkmüştü. Garip ve korkak bir bakışla kaldırdı kafasını, çocuğun yüzüne baktı. Onun gülüşünden cesaret alarak gözlerini kapattı o da. Olanca kuvvetiyle sürdü koluna bıçağı. İnce bir sızı duydu. Keskin ve ince bir sızı. Gözünü açtığı zaman kıpkırmızı damlalar dökülüyordu dirseğine doğru. Gülümsedi Kadir: - Haydi, şimdi birbirine sürteceğiz... Kollarını yapıştırıp sürttüler. İyice bulanmıştı kan... Öyle kan kardeşliği olunmuyordu, ama onlar öyle duymuşlar ve öyle uygulamışlardı çocuk akıllarıyla işte... - Tamam, artık ölsek de ayrılmayacağız. Kan kardeşi olduk. Başımız darda olsa koşacağız. Birbirimizi hiçbir zaman satmayacağız. Nerede, nasıl, ne vaziyette olursak olalım hep koşacağız yardıma. Söz mü? - Söz diye bağırdı Tuncer. Keyifli bir şekilde, sevgiyle baktı arkadaşına. *** Hüsamettin ve karısı koridordaki bankın üzerine oturmuşlar bekliyorlardı. Döndü etrafına bakındı. Dertli bir sürü insan oradan oraya koşturuyordu. Bu saatlerde hastahanelerin en hareketli yeri olan acil servis, en yoğun saatlerinden birine başlamıştı: - Allah kimseyi düşürmesin... dedi usulca. Zehra kızıyla birlikte doktorun yanındaydı. - Nesi var bebeciğin acaba? Hüsamettin omuzlarını kaldırdı. - Rahmetli Baki amca yaşasaydı, kederinden ölürdü Yakup'u böyle görünce. Hangi baba, hele Baki amca hiç dayanabilir miydi bu hale... Baksana kumara dadanmış, Hey gidi koca Yakup. O sessiz, pısırık oğlan... Sen kalk gel büyük şehre, batağın içine düş! Olacak şey mi bu? Döndü bilmiş bir tavırla kafasını iki yana salladı: - İçinde varmış, içinde... Sen neden yapmadın? Sorumluluğunu biliyordun da ondan. Zavallı Zehra. Olan ona oldu. Bu yaban ellerde başına gelmedik kalmadı kızın. En acısı da evlatları. Sonra merakla sokuldu kocasına: - Kaç para aldı dersin çocukların karşılığında biliyor musun? Adam omuzlarını kaldırıp dudaklarını büzdü: - Ne bileyim ben, hiç çocuk satmadım ki... Hem o paradan hayır mı gelir? Kumarda yer bitirir. Çocuklar bitince... Tövbe, tövbe... Aklıma kötü şeyler geliyor. Şu Zehra bari akıl edip dönüp gitse köye... Döndü yüzünü buruşturdu: - Hıh, nasıl gidecek, kime gidecek bey, akıllı konuş Allah'ını seversen... Kime gidecek? Köy yerinde kaldırır mı hiç, "kocasını bırakmış gelmiş" diyecekler. İyi gözle bakılmaz oralarda, bilmezmiş gibi konuşma... İşte tam bu sırada çınladı Zehra'nın içleri parçalayan feryadı. - Yavruuumm..... Emineem... Hüsamettin fırladı ayağa, sapsarı olmuştu bir anda: - Hayırdır inşallah, neler oluyor yahu? DEVAMI YARIN