Numan Aydoğan Ünal
turkdunyasi@hotmail.com
Çanakkale’de 250 binden fazla askerimiz şehit oldu. Bunların birçoğu Abdülhamid Han devrinde yetişmiş kıymetli genç subay ve yedek subaylardı. Onlardan geriye yürek burkan mektuplar kaldı. Üç subayın mektubu ise bizi tefekküre de sevk edecek cinsten…
Osmanlı subaylarının mektupları; o devir insanının dinine, vatanına ve ailelerine ne kadar bağlı olduklarını gözler önüne sermektedir.
Osmanlının son zamanlarında bile gençlere ciddi bir maneviyat aşılandı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son demlerinde yaşanan Çanakkale Savaşları’nda bir zafer kazanıldı belki ama 250 binden fazla askerimiz de şehit oldu. Bunların birçoğu Abdülhamid Han devrinde yetişmiş kıymetli genç subay ve yedek subay idiler. Hatta lise talebeleri de harbe gitti. Bu yüzden İstanbul Lisesi ve Anadolu’da bazı liseler, 1914-1915 yıllarında mezun veremedi.
Çanakkale’de şehit olan askerlerden geriye yürek burkan mektuplar kaldı. Çanakkale Kara Savaşları’nın 110. yıl dönümünü yakın zamanda anmışken, harplerde yer almış üç Osmanlı subayı olan Gümüşhaneli Üsteğmen Zâhid Efendi, İstanbullu Kolağası (Önyüzbaşı) M. Tevfik ve Niğdeli Muallim Yedek Subay Hasan Ethem’in ailelerine gönderdikleri son mektuplarını okumak bizi tefekküre sevk edecektir.
Kısmen sadeleştirerek aşağıda sunduğumuz bu mektuplar dikkatlice incelenirse, edebî kıymetleri de olduğu anlaşılır. Ayrıca şehitlerimizin dinine, vatanına ve ailelerine ne kadar bağlı oldukları görülmektedir. Buradan, Osmanlı Devleti’nin, son zamanlarında bütün savaşlara ve sosyal sıkıntılara rağmen gençlere ciddi bir maneviyat aşılandığı anlaşılmaktadır.
Refîkam Hanife Hanım’a;
1. İşte bugün seferberlik ilan edildi. Ben mesleğiyle iftihar eden tam bir askerim.
2. Asker olmam sebebiyle bugün sevgili vatanımı müdafaaya gidiyorum. Gidip gelmemek, gelip bıraktıklarımı bulamamak da vâkidir. Bu gibi hâllerin beşeriyette vukuu inkâr olunamaz.
3. Böyle olmakla beraber şu vasiyetnameyi yazmak, hemen öleceğim demek değildir. Bunun için imanımız katidir.
4. Cilve-i Rabbani ve mukeddarat-ı ilahi ben seni, sen beni tanımadığımız bilmediğimiz hâlde uzak bir memleketten bizi birbirimize nasip etti. Allah'ın emrine ve Peygamberimizin kavline uyarak izdivacımız yapıldı. Hayatta olduğum müddetçe geçiminizi temine çalıştım. Fakat bizi toparlayıp bir araya getiren devletimiz ilan-ı harp eder de iftiharla vatan uğruna şehit olursam, tâbi' bulunduğum İslamî hükümlerin gereğini yapmak zaruridir. Böyle bir hâl vukuunda mevcut olan eşya ve gayrimenkulümden mehr-i müecceleni kendi elinizle almanız için seni vekil ediyor ve vazifelendiriyorum. Gayrimenkulüm mehrinize kifayet etmez ise lazım geleni pak ve temiz vicdanınıza havale ederim. Beni borçlu olarak yatırmayacağınıza eminim.
5. Diğer harekâtınıza dair bir şey yazmayacağım, şifahen birbirimize verdiğimiz … [sözden] ayrılmayacağınızı ister ve ümit ederim. Bununla beraber ruhuma bir Mevlid-i şerif kıraat etmek hususunu vicdanınıza havale ediyorum. Kendim için başka bir talebim yoktur. Şehitlik bana kâfidir.
6. Altı maddeden ibaret olan bu vasiyetnamemi elinize aldığınız zaman sesli olarak ağlayacak olursanız rızamı kazanmamış olursunuz.
Zevciniz Zâhid
(3 Ağustos 1914)
(Bilindiği gibi dinimizde, ölmeden önce vasiyet yazmak vaciptir. Üsteğmen Zâhid Efendi’nin mektubunda geçen “mehr-i müeccel”, erkeğin evlenirken hanımına vermesi gereken altın, mal veya bir menfaattir. Boşanma durumunda erkeğin bunu hanımına ödemesi farzdır. Eğer hanımı bunu hediye ederse, kocası borçtan kurtulur. Burada Üsteğmen Zahid Efendi, mevcut malı mehir borcunu ödemeye yetmezse; hanımından, kalan kısmını kendisine hediye ve helal etmesini nazik bir şekilde talep etmektedir.
Beşinci maddede geçen “şifahen birbirimize verdiğimiz… ayrılmayacağınızı ister ve ümid ederim” ifadesinden de hanımı ile birbirini çok sevdikleri; biri ölürse diğerinin evlenmeyeceğine dair aralarında sözleştikleri anlaşılmaktadır.)
Sevgili Babacığım, Vâlideciğim;
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamd olsun kurtuldum. Fakat bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümidim olmadığından, bir hâtıra olmak üzere şu satırları yazıyorum:
Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki, beni bu rütbeye kadar kavuşturdu. Yine mukadderât-ı ilâhîye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni mukaddes dînimize ve vatan ve millete hizmet etmek için ne sûretle yetiştirmek mümkün ise öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyzim ve hayâtım oldunuz. Cenâb-ı Hakk’a ve sizlere çok teşekkürler ederim. Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamanıdır. Mukaddes dîni ve vatanî vazifeyi îfâya gayret ediyorum. Şehitlik rütbesine kavuşursam, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu olduğuma kanâat edeceğim. Asker olduğum için, bu her zaman benim için pek yakındır, sevgili babacığım ve vâlideciğim. Göz bebeğim olan zevcem Münevveri ve oğlum Nezîhciğimi evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın, sonra da sizin himâyenize tevdî ediyorum.
Onlar hakkında ne mümkünse, lütfen yapınız! Oğlumun talîm ve terbiyesine ve sâlih bir Müslüman olarak yetişmesine siz de refîkamla birlikte lütfen çalışınız. Servetimizin olmadığı malûmdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstesem de pek beyhûdedir. Refîkama hitâben yazdığım ekteki mektûbu lütfen kendi eline veriniz. Fakat çok müteessir olacaktır. O üzüntüsünü giderecek şekilde veriniz. Ağlayacak, üzülecek tabii, tesellî ediniz. Mukadderât-ı ilâhiye böyle imiş. Talep ve borçlarım hakkında refîkamın mektûbuna ilave ettiğim deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha tafsilatlıdır. Kendisinden sorunuz. Sevgili babacığım ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusûrlarda bulunmuşumdur. Beni affediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Rûhumu şâd ediniz. İşlerimizin tasfiyesinde refîkama yardımcı olunuz.
Sevgili hemşîrem Lutfiyeciğim;
Bilirsiniz ki sizi çok severdim. Sizin için, gücüm yettiği nispette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusûr etmişimdir. Beni affet, mukadderât-ı ilâhiye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezîhe sen de yardım et! Hepiniz, her gün beş vakit namaz kılınız! Bir namazı kaçırmamağa çok dikkat ediniz. Rûhuma Fâtiha okuyarak beni sevindiriniz! Sizi de Cenâb-ı Hakkın lütuf ve himâyesine tevdî ediyorum. Ey akraba ve dostlarım, cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz. Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun. Elvedâ, elvedâ! Cümlenizi Cenâb-ı Hakka tevdî ve emânet ediyorum. Ebediyyen Allahü teâlâya ısmarladım. Sevgili babacığım ve vâlideciğim.
Oğlunuz M.Tevfik
(18 Mayıs 1915)
Valideciğim;
Dört asker doğurmakla iftihar eden şanlı Türk annesi! Nasihat veren mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının gölgesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
…
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu. Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi semaya açtım;
“Ey Ulu Rabbim! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlikı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur. Ey Rabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i cemalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!” diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mesut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
…
(17 Nisan 1915)
Çanakkale zaferi işte bu ruh, azim ve sevda ile kazanıldı. Çok fazla şehit verildi. Ancak üstün düşman kuvvetleri de karada ve denizde hezimete uğratıldı. Osmanlının bu son zaferi, Türk milleti ve İslam âleminin bir nebze moral bulmasına vesile oldu. Eğer, bugün Müslüman Türk gençliğine okullarımızda manevi şuur verilip vatan sevgisi aşılanırsa çok daha büyük zaferler kazanılır. Zira “Vatan sevgisi imandandır” Peygamber Efendimizin hadis-i şerifidir…
Geniş Açı - Fikir ve tartışmada son yazılar...