Genel kanı odur ki, Devlet bütçesi çok etkin bir alettir; iyi kullanıldığı vakit onunla ekonomiye yön vermek, yatırım yapıp milli gelir ve istihdamı artırmak, hülasa refah devleti olma yolunda ilerlemek mümkündür. Tabiatıyla bunun tersi de geçerlidir. Bütün bunlarla beraber bütçe yapmak öyle sanıldığı kadar kolay bir iş de değildir. Her şeyden evvel, iktidarlar istediği gibi bütçe yapamazlar. Çünkü, birtakım kısıtlayıcıları vardır. Mesela, devletin ödenmesinden kaçınamadığı önemli miktarlardaki sabit giderleri gibi. Halbuki bütçelerin mahiyetleri itibariyle, hükümetlerin ekonomik, sosyal ve kültürel tercihlerini yansıtan bir tercihler manzumesi olması gerekmektedir. Şimdi gelelim 2003 yılı başındaki Türkiye manzarasına! Kapatılmayan kamu açıkları (kara delikler), çığ gibi büyüyen iç ve dış borçlar ve yüksek enflasyon ve ondan da daha yüksek faiz oranları... Bu manzara karşısında kabul etmek gerekir ki, hükümetlerin ekonomi politikalarını bizatihi kendileri değil, borç sarmalı ve faiz ödemeleri belirlemektedir. Buna rağmen yine de hemen her iktidar yaptıkları bütçeye istikrarı gözeten ve enflasyonu düşüren bir bütçe diye halka takdim etmektedirler. Oysa bizim bütçemize iktidarların programları yansımaz; daha doğrusu yansıyamaz. Çünkü bütçe giderleri adeta veridir, onunla oynama imkanı yoktur. Zaten faiz giderleri, personel harcamaları ve sosyal güvenlik açıkları bütçeyi adeta kemiriyor. Yatırım, adalet, eğitim ve sağlık harcamalarına sağlam kaynak kalmıyor. Bu alanlara ilişkin sembolik harcamalar yeniden borçlanmayla finanse ediliyor. Diğer taraftan bütçe gelirlerini arttırmak da ancak ekonomik büyümeyle mümkün olabilmektedir. Ufukta bunun da zor olduğu görülüyor. Ama sonuçta bütün bunlar devletin küçülmesi talebine bağlanıyor. Oysa devletin küçülmesi demek yatırım, sağlık, adalet ve eğitim alanlarına yapılan harcamaların sembolik hale getirilmesi değil, devletin görev yüklendiği tüm alanlarda etkin ve verimli olması, yani fayda/maliyet analizi yapması demektir. Artık kara görünmüştür: Ya devletin gelirlerini artıracaksınız ya da devletin faiz, personel ve cari harcamalarını azaltacaksınız. Aksi takdirde bu bütçe açıklarını bir-iki yıl sonra borçlanmayla bile kapatamazsınız. Kısa vadede bu kısır döngüden kurtulmanın tek yolu, ekonomiye "güven" unsurunu hakim kılıp faizlerin düşmesini sağlamak, yani faiz yükünü hafifletecek bir borç yapılandırılmasını mümkün kılabilmektir. Ne var ki, bu bütçenin gider hesaplarında indirime de gidilemez; çünkü, indirime gidilebilecek alanlarda önceden sözler verilmiş, dolayısıyla bütçenin taktik bükülgenliği de azalmıştır. Öte yandan, bundan önceki birçok yıllarda olduğu gibi 2003 yılı bütçesinin ayrı bir mahkumiyeti daha vardır: IMF. Çünkü, uygulanmakta olan ekonomik program IMF kıskacı altındadır. Dolayısıyla IMF ile yapılan ve yapılacak olan stand-by anlaşmalarının getirdiği birtakım zorunluluklar aşikardır. Mesela 2003 yılı bütçe açığının %12.8'e inmesi ve faiz dışı fazlanın % 6.5 olması bunlardan bazılarıdır. (Elbette Irak krizi de önemlidir, ama burada bahsi diğerdir.) Bütün bunlara rağmen IMF'nin taleplerini de yansıttığı anlaşılan bu bütçenin taşıdığı tüm bu olumsuzluklar karşısında yine de bir başarı şansı vardır. O da gider reformuyla üretken olmayan harcamaların kısılması ve vergi tabanını genişletecek bir gelir reformuyla etkin bir Gelir İdaresinin oluşturulmasıdır. Aksi takdirde, tek başına işbaşına gelen AK Parti de TBMM'ye sunulacak böyle daha nice bütçeleri benimsemeye mecbur kalacaktır. Şunu da unutmayalım: Bütçe yapmak kadar hedefleri tutturmak da önemlidir. Ayrıca, ne zaman ki yarı mali işlemler bütçe içine alınır, işte o zaman gerçek ve şeffaf bir bütçe yapılmış olur. Gerisi laf-ı güzaf!..