Başbakan Erdoğan bugünlerde hem iç hem dış sorunlarla ziyadesi ile meşgul bulunuyor. TBMM'de ezici ve mutlak ekseriyete sahip olan bir Hükümetin başında olmasına rağmen çeşitli güçlüklerle uğraşıyor. Şemdinli, Diyarbakır ve Van olayları çok tehlikeli şekilde yaygınlaşma istidadı gösteriyor. Acil ve sürekli tedbir almak zorunluğu vardır. Türkiye'de Kürt meselesi, Türklerin Anadolu'ya ilk ayak bastıkları günden beri vardır. Her gelen iktidar buna kendine göre tedbirleri almakta kusur etmemiştir. Osmanlının tedbiri o zamanlar yalnız dağlarda, aşiretler düzeninde barınan Kürtleri civar valilik veya paşalıklara bağlayarak yönetmek ve kendilerinden aşar vergisini savaş ve sefer anında Osmanlı ordusuna katılacak Kürt kökenli askerlerin donanım masrafına mahsup etmek gibi bir usulü tercih etmişti. Cumhuriyetten sonra, Atatürk Milli Mücadelede yardımında bulunan ve artık yavaş yavaş yurdun hemen her yerine göçmüş olan Kürt kökenli Türkleri asimile etmek politikasını başlatmış ve "Ne mutlu Türküm diyene!.." sloganını kullanmıştı. Bu ülkede Mahalli idarede Büyükşehir Belediye Başkanları yanında Milletvekili, Bakan, Başbakan Kürt kökenli devlet adamlarımız vardır. Buna rağmen asimilasyonun tam anlamı ile maalesef gerçekleşmediğini son olaylar göstermektedir. Sebebi birden fazladır. 9'uncu Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel'in ismi ile anılması gereken GAP Projesine karşı Fırat ve Dicle Nehirleri sularından cömertçe ve sorumsuzca faydalanan komşu ülkelerin yardımları ile menfur PKK örgütünün kurulduğu ve diğer bazı Batı ülkelerin açık veya gizli yardımları ile beslendiği konusunda Tarihçi Sayın Yılmaz Öztuna ile tamamen mutabıkım. Suriye ve Irak yetkilileri ile sular meselesindeki görüşme ve müzakereleri bizzat yürütmüş ve barajlarımız için dış finansman konularını çözüme bağlayabilmiş bir emekli diplomat olarak bu husustaki kanaatim de budur. Bunun çaresi, mülkiyedeki Anayasa hocamız Mahmut Esat Bozkurt'un her dersin başında tekrarladığı "Ya Devlet Başa, Ya kuzgun Leşe!" vecizesinin vakit geçmeden ve tüm ciddiyeti ile uygulanmasında yatmaktadır. Bu konuda şu veya bu ülkenin veya örgütün yardımına güvenmek hayaldir. İş başa düşümüş, ne gerekiyorsa yapılması zamanıdır! Bu Başbakan Erdoğan'ın içeriye dönük bir uyarısıdır ve bunda tamamen haklıdır. *** Sayın Başbakanın bir de dış âleme ve özellikle AB'ye yönelik bir uyarısını da "sihirli kutu" TV'de seyrettim ve dinledim. Bunda da büyük ölçüde haklıdır. Ama AB geçen mayıs referandumlarından sonra bir travma geçirmiş, halen de aynı sendrom içerisindedir. AB'nin kaptan köşküne yerleşmiş veya tünemiş görünen "Fransız horozu"nun ibiği düşmüş, grevler, varoş ve öğrenci ayaklanmaları yüzünden şaşkın bir durumdadır. Unutmayalım ki biz Avrupa Birliğine daha ilk başından beri kendimizi Avrupalı hissettiğimiz ve öyle davranmamız gerektiği için talip olduk. Şimdiye kadar Hristiyanlıkla İslamiyeti barıştırmak veya "Medineyetlerarası barış veya dayanışmayı sağlamak" gibi bir misyonumuz olduğunu ifade etmek bence çok zordur! Ama biz girdikten sonra böyle bir yaklaşım olursa bunda bizim payımız olacağı da kuşkusuzdur. Katılım müzakerelerine bir an önce başlamakta ısrarlı olmamızda sayılamayacak kadar faydalar vardır. Bu konudaki çalışmaları çabuklaştırmak gerekir diye düşünüyoruz. Meşhur komşumuz Yunanistan ile Kıbrıs Rumlarının her gün yeni bir engel çıkaracakları şimdiden bellidir. Bunlara aldırmayacağız!