2003 yılına kolumuzdaki sepette üç dağınık paketle girdik. Üç paket de dağınıktı, hırpalanmış, ambalajından içinde neler olduğu daha ilk bakışta anlaşılabiliyordu. Birincisinde koskocaman bir AB, damgası vardı. 1957'lerden beri süren, bazan sönen, bazan ateşlenen Romantico-hysterique bir ilişkinin son aşaması olarak vuslatın bekleme salonu gibi bir görüntüsü vardı. İkinci paketin üzerinde kocaman harflerle Kıbrıs diye yazıyordu. Akıl almaz, alsa da mantığa sığmaz biçimde bu iki paket takvim bakımından birbirlerine bağlanmış gibi idi. Bağlantıyı kesmek veya takvimi yakınlaştırmak artık tercihinize kalıyordu. Konuya akıllıca bakıldığında Kıbrıs nihayet Akdeniz'de bir büyücek ada idi. Asırlardan beri aynı yerde duruyordu. Ne Roma İmparatorluğuna ne de Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olduğu dönemlerde hemen hiçbir önemi yoktu. Osmanlının gerileme döneminde 1878'de İngilizler Osmanlılara Rus savaşında yardım edebilmek bahanesi ile adayı ödünç olarak aldılar. Bir daha geri vermediler. Zira artık ne Roma ne de Osmanlı imparatorlukları kalmamıştı. İngiltere ise Akdeniz'den Hindistan'a giden yolları güvence altına almak ve Petrol kokusu aldığı bölgelere yanaşmak istiyordu. Birinci Dünya Savaşında emanete ihanet ederek adayı ilhak etti. İkincisinden sonra da gerekli tertipleri aldıktan ve tesisleri kurduktan sonra 1950'lerde adadan çekilmek kararını aldı. Dürüst davransaydı adayı sahibi aslisine yani Türkiye'ye iade etmesi gerekirdi yapmadı halk oylamasına gitmek istedi. 1790 tarihli resmi yabancı belgelere göre adanın yarısından fazlası Müslümandı. İngilizlerden sonra durum hayli değişti. Müslüman Türkler dört bir tarafa göç ettiler, vaktiyle işçi olarak İngilizlerin civar adalardan getirdikleri Hıristiyan Rumların sayısı Türklerinkini geçer oldu. Adadaki Türkler Rumların terör baskısı ile kaçırılmak istendi. Şiddetli çatışmalar, kavgalar başladı. Türkiye ve Yunanistan İngiltere'yi de yanlarına katarak Zürich'te bir çözüm aradılar ve bulur gibi oldular. Bulunan çözüm "İşlevsel bir Federasyon" şekli idi. İki toplum arasında bölge ayırımı yapmıyordu. Bu yüzden işlemesi çok zordu. Ama Türkiye ile Yunanistan aralarında sıkı bir işbirliği yaptıkları takdirde pek âlâ gidebilirdi. Türkiye, Yunanistan ve İngiltere aralarında Londra'da bir Garantörlük Anlaşması yaptılar. Ama bilindiği gibi yürümedi 1963 ve 1967 yıllarında Yunanlıların desteklediği Rum terörü başladı. Nihayet Yunanlı Albaylar döneminde Kıbrıs'ta bir Enosis denemesi yapıldı. Garantör devlet sıfatı ile Türkiye diğer ikisi gelmediği için tek başına giriştiği Barış Harekatı ile Türk Halkına Adanın kuzeyinde belirli ve güvenceli biçimde yaşayabileceği bir bölgeyi sağladı. 1974'ten bu yana Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti işte öyle doğdu... Şimdilerde Rum Kıbrıs AB'ye girmiş gibidir. AB yeni üyelerinin kabul belgeleri önümüzdeki Nisan ayında dönem başkanı Yunanistan'da imzalanacaktır. KKTC'nin katılması ise iki Kıbrıs arasında varılacak bir anlaşma şartına bağlanmıştır. BM Genel Sekreteri Coffi Annan'ın hazırladığı taslak her iki tarafça da üzerinde müzakere edilebilir nitelikte bulunmuştur. Bunun için de bir temrin vadesi konulmuştur. Ama işin en tuhaf olan kısmı Türkiye'nin de AB ile müzakerelere başlayabilmesi Kıbrıs konusunun halli şartına bağlanmıştır. Bu hiç de aceleye getirilebilecek nitelikte değildir. Üzerinde uzun düşünmek ve gerektiğinde bir tercih yapabilecek esnekliği muhafaza etmek durumundayız başta da söylediğimiz gibi bugün Kıbrıs adası ne stratejik konumu ne de oradaki Türkler ve Türk askerleri bakımından bir zamanların Roma ve Osmanlı İmparatorlukları dönemlerindekinden çok ama çok farklıdır. Halen Türkiye'de tek partiye dayalı yeni ama güçlü bir Hükümet vardır. Özellikle dış politika alanında çabuk ve acele çözümlerden beklenen fayda elde edilmeyebilir. Dikkat rikkat ve basiret ister. Çok düşünmeli, az konuşmalıyız. Sepetteki üçüncü pakete gelince daha el sürmeden yanık kokusu geliyor. 1921-26 dönemlerini üzerinde eski harflerle "Mim" işareti bulunan ve Musul'u Kerkük'ü, Süleymaniye ve Erbil'i hatırlatan Türklere ve Türkmenlere çağrışımlar yapan kalın kalın dosyaları hatırlıyoruz. O dönemin özel şartları altında acele ile yapılan hataları acaba şimdilerde hazır bir fırsat varken düzeltebilir miyiz? diye düşünüyoruz.. Komşu bir ülkede savaş çıkmasını gönül arzu etmiyor. Hele bizim üzerimizden geçerek başlanabilecek savaşa gönlümüz hiç yatmıyor. Ama ABD ve Başkan Bush kafasına koymuş ve mutlaka bu işi yapacak ise bunun dışında kalmak da uzun vadeli çıkarlarımızla örtüşmüyor. Türkiye ve Türk halkı olarak topraklarımızda yabancı askerlere dost bile olsalar, müttefik bile olsalar pek sevimli bakmadığımızı yar da ağyar da bilir. Bizden söylemesi ve hatırlatması bir gün vakit olsa "Mim Dosyası"nı sayfa sayfa açmak isterim. Bundan on yıl kadar önce Hürriyet gazetesinde 5 gün sıra ile tam sayfa yayımlanan bu araştırma o zamanlar çok ilgi görmüştü. Şimdi tam sırasıdır. Ben yapamayacak olsam bile genç araştırmacılar yapmalıdır. Zira "Musul gibi Mim" dosyasından bugün için çıkarılacak çok dersler olduğuna inanıyorum.