Zordur "büyük devlet" olmak!.. Tarihte örnekleri azdır, seyrektir. Zira büyük devlet olabilmenin ayrı şartları, kayıtları, sorumlulukları vardır. Büyük devlet, olabilmenin sırrı, tılsımı her şey ama her şeyden de evvel devletin gerçek bir dünya vizyonuna sahip olmasından başlar. Bunun için de kendi milletinin yaşamakta olduğu coğrafyanın dışına da taşabilen dünya vizyonunu bir misyon ve görev haline getirebilecek kabiliyette, güçte bir irade ve her alanda etkileme kabiliyeti ister! Bunların dışında büyük bir ekonomik, mali, askeri güç ister. Bunun da üzerinde, özellikle günümüzde teknoloji alanında üstünlük ister. Kendi milletine olduğu kadar, erişip etkileyebileceği milletler ve insanlara karşı dikkat, rikkat, şefkat, adalet, hakkaniyet ve muhabbet ister. Bu haftaki yazımızın alt başlığındaki sözler, ABD Başkanı Harry S. Truman'ın 16 Nisan 1945'te söylediği bir nutuktan alınmıştır. Daha İkinci Dünya Savaşı tam olarak sona ermemişti bile. Alman orduları bu tarihten yirmi gün kadar sonra teslim olacak, Japonya ise aynı şeyi aylar sonra, Hiroşima ve Nagasaki üzerine atılan ve iki büyük devlet adamı Roosewelt ve Churchill'in takma isimlerini taşıyan iki atom bombasından sonra yapabilecekti. Truman zaten rahatsız olan Başkan F.D. Roosewelt'in ölümü üzerine otomatik olarak onun yerine geçmişti. Hiç acemilik çekmedi. Büyük devletlerin başı da büyük olurmuş. Bunun "nasıl"ını elimizden geldiği kadarı ile yukarıda özetlemeye çalıştık. Yazamadığımız, sayamadığımız daha pek çok şartları da olacaktır elbette. Tarih, seyrek de olsa, böyle büyük devletlerin gelip geçtiğini söyler. Ama tarih, De Tocqueville'nin dediği gibi bir resim galerisi gibidir. Orada sergilenen tabloların arasında gerçek olanları azdır. Dünyanın üç kıtasında beş yüz yıldan fazla eli, etkisi ve hükümranlığı olan bir resim galerisine benzer. Oradaki tabloların pek azı gerçek, çoğu kopyadır. Osmanlı-Türk İmparatorluğu, gerçek olanların başında gelir. 500 yıl bu Devlet, Balkanları ve Orta Doğu'yu kan dökmeden gül gibi yönetti. Bunun sırrını hâlâ arayanlar vardır. XIX. asırda denizlerin mutlak hakimi ve topraklarında güneş batmayan, İngiltere vardı. Ayrıca bölük porçük hanlıklar, dukalıkların birleştirilmesinden oluşan bir Deli Petro'nun Rusya'sı vardı. Sonraları XX. asrın hemen tamamı iki büyük dünya savaşı sırası ve sonrası süreci ile geçti. Halen işgal ettiği coğrafya ve muazzam nüfusu, dışa nispeten kapalı hayatı itibarı ile Çin Cumhuriyeti'ni kendi özellikleri içinde ayrı değerlendirmek gerekir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1917'lerin Sovyet Rusya komünist devletinin sonuçlarını ve hâlâ oluşum halindeki Avrupa Birliği'nin durumlarını da hesaba katarsanız, halen ABD, kendi kategorisinde tek başına kalmış gibidir. Amerika Birleşik Devletleri bugünki hali ile dünyanın en büyük ve en güçlü devletidir. 11 Eylül 2001saldırısı hiç akla gelmeyecek bir terör olayı idi. Bundan hem Bush hem bütün ABD yönetimi fevkalade sarsıldı. Haklı olarak "terör"ü hedef aldı. Afganistan, Taliban ve El Kaide harekatı ve nerede olursa orada terörü her şekli ile yok etmeyi, politikasının en değişmez ve en önemli prensibi haline getirdi... Bu arada yeniden ve bütün şiddeti ve fecaati ile patlak veren İsrail-Filistin anlaşmazlığında bir tereddüt ve şaşkınlık anı geçirdi. Sağ elinin işaret parmağı ile vereceği küçük bir işaret ile İsrail vahşetini durdurabilecek iken ağırdan aldı. Bütün dünya kamuoyu bunu kınadı. Bence yapılan bir hata idi. Hatasız kul olmaz. Umarız düzeltilecektir. Birleşmiş Milletler nihayet harekete geçti. Mahalline bir arştırma komisyonu göndermeyi kararlaştırdı. Böylesi teşebbüsler çok yapıldı. Şimdi aklıma geldi. Bir süre evvel dünyanın belli başlı deneyimli devlet adamlarından kurulu bir Akîl Adamlar heyeti bölgeye gitmişti. Aralarında 9. Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel de vardı. Bir yerde okudum. Orda İsrail'in eski Başbakanı Barak, kendisinin yanına gelerek şunları söylemiş: "Biz burayı bir türlü idare edemiyoruz... Ne yapsak kavga çıkıyor. Osmanlı tek şeritli jandarma çavuşu ile buraları gül gibi idare etmiş. Bunun sırrını lütfen söyler misiniz?" demiş... Süleyman bey komplekssiz cevap vermiş: "O jandarma çavuşunun kolundaki kırmızı şerit az buz bir işaret değil. Koskoca bir imparatorluğun simgesidir... Arkasında devlet var, Sultan var, hak var, adalet var... Sorun bundan ibarettir..." Bush'un selefi Başkan Clinton döneminde yürütülen İsrail-Filistin barış görüşmeleri sürecinde Barak İsrail Başbakanı idi. Demirel'in cevabındaki inceliği kavrayabildi mi bilemem. Ama ben TV ekranlarında sık sık arşivden tekrarlanan bir üçlü görüntüyü sizler gibi hatırlıyorum. Ortada Clinton, sağında Barak, solunda Arafat, Camp David'de aynı kapıdan üçü birden girebilmek için birbirleriyle tartaklaşıyordu!..