Telefonda tatlı bir hanım sesi gayet nazik bir üslup ile bilgili bilgili konuşuyor. Besbelli bana gönderilmiş ve elime geçmiş farz ettiği bir davetiye teferruatını anlatıyor. Galatasaray'ın 100'üncü yıl dönümü ve aynı zamanda Atatürk'ün mektebimizi ziyaretinin 75'inci yıl dönümüne rastlıyormuş. Bir kısım, özellikle benim gibi o yıllarda okulumuzu onurlandıran Atatürk'ün karşısında imtihan verenlerden, Yüce Allah'ın lutfü ile hayatta kalabilen birkaç kişi de Ankara'da Anıtkabir'i ziyaret ederek saygı ve şükran duruşunda bulunacaklarmış... Konuşmanın bu noktasında heyecanlandım. İçimdeki Galatasaray macerası efsaneleşti! Eskileri düşündüm. Çocukluk yaşlarımdan bugünlere kadarki yaşantım bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Telefondaki hanımefendiye anlatabildim mi bilemem. Hatıralar rüzgar gibidirler parlak bir ışıldak gibi geçmişi şöyle bir aydınlatıp geçerler. Bende de öyle oldu. Ben Manisalıyım. Orada doğdum büyüdüm. Çocukluk yıllarım Milli Mücadele yıllarında Yunan askerinin Manisa'ya girişini değilse bile bütün etrafı yakarak yıkarak kaçtığını, Manisa'nın nasıl yakıldığını, Türk ordusunun Manisa üzerinden İzmir'e nasıl gittiğini gözlerimle görmüşümdür. Özellikle Yunan'ın kaçarken yaptıklarını, Manisa'nın nasıl göz göre göre yakıldığının belki son tanıklarından biri sayılırım. Bu yaşıma geldim hâlâ nerede ne zaman bir yanık kokusu duysam burnumun direği sızlar. İçim bir tuhaf olur o günleri hatırlarım! *** Aradan yıllarca zaman geçti. Anavatan kurtuldu. Türkiye'de Cumhuriyet kuruldu. Manisa'daki Rumlar ehali mübadelesi ile Yunanistan'a gittiler. Oradan gelen Türkler de şuraya buraya yerleştirildiler. Nereden nereye? Ulucami İlkokulu'ndan Galatasaray'a! Benim için macera işte bu noktadan başlıyordu. Manisa'da yangın enkazının kaldırılması, kurulacak yeni şehrin yeri, yönü araştırılıyordu. Ankara'dan bu amaçla gelen giden çok oluyordu. Bu arada Ankara'dan gelen bazı önemli kişiler eşraf evlerinde misafir edilirdi. Bir gün Maarif Vekili geldi dediler. Ağırlama sırası bizde olmalı idi ki toplantı evimizde yapıldı. Elektrik bile yoktu. En lüks aydınlatıcı gaz yağı ile işleyen pompalı lüks lambaları idi. Onlardan iki tanesi yakıldı. Yemekler yenildi. Konuşmalarda sesler perde perde yükseldi. En çok konuşan bağıran misafir Bakandı. "Yüksek sesle" Olmaz efendim böyle olmaz! Çocuklarımızı okutmalıyız. Yoksa Koskoca Saruhan vilayeti, şehzadeler şehri yanı başınızdaki Gâvur İzmir'in bir kazası (ilçesi) haline gelir!" diyordu. Bu söz etkili oldu hemen oracıkta on kişilik bir liste hazırlanıverdi. Listede ben de vardım. İstanbul'da Galatasaray'da okumaya gidecektik. Aramızda bu ismi önceden duymuş kimse yoktu. İstanbul'da okuma macerası giderek esrarlı bir efsaneye dönüşüyordu. Devşirme usulü ile derlenen biz on kişi kaygılı idik. Evlerimizden hiç ayrılmamıştık. Okullarımızdan, öğretmenlerimizden memnunduk. Aramızda İstanbul'u görmüş olanımız bile yoktu. Ama yapılacak başka bir şey de yoktu. Hepimiz yepyeni bir macereya başlıyor gibi idik. Bazılarımızın anneleri de bizimle geldi. Kararlaştırılan bir gün sabahtan Maarif Vekili ve mebuslarımızla Galatasaray'ın meşhur kapısı önünde buluştuk. Bakan gelince muazzam kapının iki kanadı da açıldı. Büyükler önde bizler arkada iki tarafı ağaçlı hıyaban gibi bir yola daldık. Anneleri içeri almadılar. Onlar dualar içinde sessiz sessiz ağlaşıyorlardı. Bizleri yarı yolda heybetli bir zat karşıladı. Müdür Behçet Bey'miş. Herkesin elini sıktı. Bizlere şöyle kaçamak bir göz atmakla yetindi.. Kayıt işlerimizi Fevzi Lütfü Ağabey (Karaosmanoğlu) yaptırdı. Hepimize ayrı numalar ve bir de çarşaf gibi listeler verdiler. Yatılı bekar öğrenci oluyorduk. Yani hafta sonu tatillerini de mektepte geçirecektik. Her şeyimiz tamam olmalı idi. Göğüs cebi sarı-kırmızı GS armalı Blazer ceket, gri pantolondan iç çamaşırlarına, çoraplara kadar beraberimizde götüreceklerimiz teker teker yazılı idi. Alışverişlerimiz o zamanlarda okul ile Tünel arasındaki Mayer, Karlman gibi büyük mağazalardan satın alındı. Hepsine bir de giysilerden çoraplara varıncaya kadar mektep numalarımız işlemeli şeritler dikildi. Artık hiçbir şeyimiz kaybolmayacak ve birbirine karışmayacaktı. Yeni düzen bir hayata başlıyorduk. Hafta sonları da mektepte kalacaktık. Böylelerine "Bekar talebe" deniliyordu. Yatakhanemiz bile ayrı idi. Artık Galatasaraylı olmuştuk. Evimiz ocağımız on yıl süre ile orası oldu. Evci talebelere karşı kıskanma ile savunma arasında durumlara çabuk alıştık. Salı günleri ailelerin çocuklarını ziyaret günü idi. O günler yaşlı genç anneler anneanneler, ablalar giyinir kuşanır ellerinde Lebon'dan, Tokatlıyan'dan, Petrograd'dan alınmış süslü pasta paketlerini sallayarak gelirler çocukları ile kucaklaşırlardı. Bizler, yani ziyaretçileri olmayan çocuklar önceleri bayağı üzülmüştük. Hüznümüz çabuk geçti. Bekar talebe olmak bizlere bir kabadayılık ve "mektebe sahip olma" hissi getirmişti. Bazan el ayak çekildikten sonra gelen paketleri karıştırıp yağma ettiğimiz bile olurdu. *** Hiç bilmediğimiz, tanımadığımız Koskoca İstanbul'un en kozmopolit semtinde oturuyor ve okuyorduk. Hafta sonları Bab-ı Ali yokuşunun sonunda velimiz Fevzi Ağabeyin matbaasına gider harçlığımızı alırdık. Galatasaray'a alışmak çoğumuz için zor oldu. Gurbette okumak için hazırlıklı değildik. Galatasaray bize yeni bir kimlik verdi. "Galatasaraylı" olduk. Gurbeti içimizde sakladık. Okulumuz artık evimiz ocağımız olmuştu. 1935-56 protaptionun yayımladığı tanıtım kitabında "Ocağımız" adı ile yayımlanan bir yazım vardır. Sanki bugün yazmışım gibi gelir!.. Her şeye rağmen Manisa'dan çok fire verdik. Saruhan vilayetinin namusunu Kırkağaç kazasından gelenler kurtardı. 292 Dr. Ali Tanrıyar, 89 Süleyman, 293 Adil sıkı durdular. Sonuna kadar dayandılar. Bizden mezun olabilen 644 Hamza Batuk ile ben, 82 Oğuz Gökmen olduk. *** Galatasaray maceramız yıllar sonra bir Legende'a Efsaneye dönüştü. Efsane bir dünya lideri Atatürk ile ilk defa Galatasaray sınıflarında bir sınav sırasında karşı karşıya geldik. O tarihlerde Galatasaray'da Bakalorya sınavı iki aşamada yapılırdı. Bizimki birincisi ile rastlaştı. Atatürk'ün karşısında imtihana girmekten çok korkuyordum. Hiç de parlak bir talebe değildim. Sınıfta kalmıyor, ama mutlaka bir veya iki dersten ikmale kalırdım. Aksi gibi numaram 82 olduğu için listenin en başında görünüyordum. Tarih Hocamız Zigoto Cemil Bey'e gittim. İmtihana girmek, mahcup olmak istemediğimi söyledim. "Olmaz gireceksin, sen Oğuz Türkleri bahsini bir defa daha oku sonra da arada arkadaki yaver subayların gözlerine bak!" diye tüyo verdi idi. Atatürk listelere bakınca üç isim üzerinde durmuş: Birincisi 82 Oğuz.. (o zamanlar henüz soy adları kanunu çıkmamıştı.), ikincisi Aleksandr Haçopolos, 3.'sü Marsel Papazyan! Hepimizin isimlerinin anlamını sordu. Cevaplarını yine kendisi verdi idi. Atatürk'ü en yakından gördüğüm an o imtihan olmuştu. Sonraları çok defa gördüm. Onuncu yıldan başlayarak Cumhuriyet bayramlarında Ankara'ya giden Galatasaray İzci Oymağının Bayrak Obasında idim. Önünden geçerken gözlerimiz mıktanısa tutulmuş gibi onun gözlerine takılırdı. Onun da hepimize ayrı ayrı baktığına inanırdık. Vefatında ve cenazesinin Ankara'ya nakli sırasında gelen yabancı heyetler arasında Fransız heyetine ve askerlerine mihmandar atanmıştım. Ayrılırken Fransızca konuşmam Fransız Büyükelçisi Rene Massigli'nin dikkatini çekmiş beni defaatle sefarete davet etmişti. Galatasaray Kulübünün 100. yıl dönümü vesilesinden Atatürk'ün liseyi onurlandırılması arasında bir bağlantı kurabilmeyi düşünen iki efsaneyi birleştirmeyi başaran genç arkadaşlarımı yürekten kutluyor onları sevgiyle kucaklıyorum. Keşke sağlığım müsaade etseydi de ben de şahsen bu etkinliklere katılabilseydim diyorum ama yine bu kadarına Allahıma gönül dolusu şükrediyorum!