AKP hükümeti seçimden çıkalı bir, bir buçuk yıl kadar oldu. Ne yapıp neleri yapamadığının bilançosunu yapabilecek durumda değiliz. Yapabilsek bile bu, büyük ihtimalle yanlış ve mutlaka insafsızlık olur. Onun için şimdilik sadece gözlemler ile kendi kendimize bir sonuç çıkarmaya çalışalım. Yapacağımız ilk gözlem Recep Tayyip Erdoğan'ın politika bakımından çok şanslı bir durumda iktidara gelmiş olduğudur. Çok başlı bir üçlü hükümetten TBMM'de Anayasayı bile değiştirebilecek tartışılmaz bir çoğunlukla iktidara taşınmıştır. Partisi üzerinde tam bir hakimiyeti kısa bir sürede kurabilmiştir. İşe dış politikaya öncelik vermek ile başlamıştır. Bunda isabet etmiştir. Üç bin yıllık yeni bir dönemin başlangıcında dış ilişkilerimize bir çeki düzen vermenin nerede ise zamanı geçmek üzere idi. Küreselleşme, mondialisation, terör antiterör, kutuplaşma, dağılma, bütünleşme derken, dünyanın mihveri yön değiştirmek üzere idi ki bütün bunlar sessiz sedasız gelişmekte iken, özellikle bizim sessiz sedasız ve hareketsiz kalmamız bizi devasız bir yalnızlığa sürükleyebilecekti. Burada bir başka gözlem Erdoğan hükümetinin, özellikle Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün elinin altında altın gibi değerli ve dürüst bir diplomasi kadrosunun bulunması olmuştur. Bu bir siyasi iktidar için gerçekten fevkalade bir avantaj sayılmalıdır. Umarım bu iyi değerlendirilecektir. Türkiye'nin Kuzey ve Güneydoğusunda Kafkaslar'dan başlayarak İran'a, oradan içine Körfez ülkelerini de alarak Irak'a, Suriye, Lübnan, İsrail, muhtemel bir Filistin'i kapsayacak ve hatta Mısır'ı da içine alacak yeni bir Orta Doğu kazanı oluşturulmak aşamasındayız. Türkiye zaten asırlar boyu hafif hafif kaynamakta olan böyle bir kazanın üst kapağı durumundadır. Kazan daha da kaynayıp fokurdadıkça üstündeki kapak da zorunlu olarak yerinden oynayacaktır. Bütün dünyanın petrol rezervlerinin %70'i bu kazanda kaynamaktadır. Böyle bir kazanın kapağı mesabesinde bulunan bir Türkiye'ye ise içindekinin sadece buharı kalmaktadır. Umarız AKP hükümeti bu konuda iyi bir değerlendirme yapabilecektir. Bunu hakkı ile yapmak durumunda ve zorundadır da!.. Kıbrıs konusunda cesaretli bir adım atılmıştır. New York'ta BM'de iki tarafın yaptıkları ön görüşmeler Rauf Denktaş'ın ne kadar vazgeçilemez bir devlet adamı olduğunun milletçe bir defa daha anlaşılması gerçeğini ortaya çıkarmıştır. "Aman şunu da yapalım, bunu da verelim şu mesele artık kapansın" düşüncesinden kaçınalım. Avrupa Birliği kaçmıyor. Bütün Demir Perdenin eski peyk devletlerini alacaksın, Türkiye'yi dışarıda bırakacaksın!.. Bunu aklı olan hiçbir Avrupalı kabul etmeyecektir. Dışişleri Bakanı Moskova'ya gitti. Putin ile görüştüı. Bu ziyaret beklenen bir ziyaretti. Zamanlama bakımından Başbakan Katianov ile Dışişleri Bakanı İvanov'un aniden görevden alınıvermeleri çakışır gibi oldu. Ama herkes bilir ki bunun bizimle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Bu ziyaret çoktandır beklenen bir ziyarettir. Ruslar Milli Mücadele döneminde bize en yakın devlet idi. İki ülke arasındaki ilişkiler İkinci Dünya Savaşı öncelerine kadar böyle devam etti. Aramızdaki 1925 dostluk ve ademi tecavüz anlaşmasının tek taraflı olarak feshinden sonra, hem savaş süresince hem onu izleyen soğuk savaş döneminde Stalin'in saçma politikası yüzünden ilişkilerimiz iyice gerildi. Boğazlar üzerinde sonradan kendilerinin kabul edeceği gibi saçma sapan iddiaları ünlü notalar savaşına dönüştü. Montreux Mukavelenamesinin tadili önerisinden artık bahsedilemez oldu. Bunun saçmalığını kendileri de anlayıp tekrar bize yanaşmaları gayretleri 1950'li yılların sonunda başlamıştı. Bir sonuç çıkmadı idi. 1964'te Başkan Podgorni Türkiye'ye geldi. Adeta özür diledi. Başbakan İnönü'ye "O bir hata idi. Şimdi ne isterseniz vermeye hazırız hatta isterseniz size sınırdan toprak bile verebiliriz" dedi. Paşa Türk usulü bir "Niet" anlamında iki elini havaya kaldırarak: "Ne sizden bize bir karış toprak, ne bizden size bir karış toprak!.." dedi. Bu konuda yazacağımız daha çok şeyimiz var!..