Politikada vizyon... ve vokasyon!..

A -
A +

İkisi de yabancı kökenlidir. Dilimizde yerli yersiz kullanıla kullanıla artık alışılmış, alaturkalaşmışlardır. Birincisi geniş ufuklu görüş alanı, ikincisi ise belirli bir hedefi, amacı simgeler. Vizyon ve vokasyon olmadan politika yapılamaz, yapılsa da keyfine varılamaz. Böyle bir politika acı kahveye benzer, bir defa başlamış olduğunuz için birincisini zar zor içersiniz, ikincisinde sağdan soldan bir parça şeker dilenirsiniz. Vizyon, aslında vokasyonu da kapsar. Belirli bir amacı, hedefi olmayan vizyonlar geniş ekranlı perdede yabancı film seyretmeye benzer. Seyirci kalmaya mahkum olursunuz! Cumhuriyet tarihimizde de büyük vizyon sahibi politikacılarımız, devlet adamlarımız olmuştur. Birincisi ve en büyüğü, en uzak görüşlüsü Mustafa Kemal Atatürk'tü. Ülkesinin ve çağların sınırlarından taşan muazzam bir dünya ve bunun sınırları içinde "muasır medeniyet seviyesinin üzerinde" bir Türkiye vizyonu, özlemi vardı. "Yurtta sulh.. Cihanda Sulh!" diyordu. "Ne mutlu Türküm diyene.!" diyordu. Türkiye mozayiğini Türklük mayasında yoğurup birleştirmeyi, bütünleştirmeyi amaçlıyordu. Kısa ömrü içinde bu hayalini, vizyonunu gerçekleştirmeye çalıştı. Ondan sonra başa gelen İsmet Paşa "statükocu" idi. Bütün vizyonu, mevcudu muhafaza ile sınırlı kaldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu vizyonun çok faydasını gördük. Bayar, Menderes ve Zorlu ilerici ve demokratik bir vizyona, vokasyona sahip çıktılar. Araya 27 Mayıs macerası girmeseydi, bugünlerde çoktan, hatta belki Yunanistan'dan bile evvel AB içinde olacaktık. Ara dönemleri aradan çıkarıp bugünlere gelince, önde üç devlet adamı politikacı kalıyor: Özal, Demirel ve Ecevit! Birincisi, bürokrasiden gelmiş, kendinden öncekiler gibi başı Batı'ya çevrik, ilerici, yapıcı bir cesur adamdı. Çok çalışkandı. Aklındakileri hayata geçirmeye ömrü vefa etmedi. İkincisi, yani Demirel de yardımcısı ve selefi gibi bürokrasiden siyasete geçmişti. Politikanın ikbaline de idbarına da cesaretle göğüs germiş, merdivenleri altı defa inmiş, yedi defa çıkmış, sonunda Çankaya'ya geçmiş, 9. Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştu. Ekonomik ve demokratik hayatta çok işler başardı. Yabancıların Türkiye'ye bakışını değiştirdi. Yapabileceklerinin hepsini tamamlayamadan politika takvimine takıldı. Şimdilerde 9. Cumhurbaşkanı etiketi ile siyasi vizyonu ve deneyimlerini ülke sofrasında dileyenlerin istifadesine açmakta devam ediyor. Üçüncüsüne yani şimdiki başbakanımıza gelince, İsmet Paşa'nın yanında yıllarca yardımcılık etti. Büyük görgü ve deneyim kazandı. Diğerlerinden çok değişik bakışlı, "gel-git" mizaçlı ve alışılmışın dışında şaşırtıcı bir tavır ve tutumu daima muhafaza etti. Romantizmi ve şaşırtıcılığı hep ön planda kaldı. Dünyanın Batı-Doğu diye ikiye bölündüğü bir dönem ve ortamda bir üçüncü yolu denemeyi aklından olsun geçirebilecek kadar özel, orijinal ve çelişkili bir kişiliğe sahipti. Kendi içinde çelişkili üç siyasi partiden oluşan bir koalisyon hükümetini bugünlere kadar getirebildi. Sonunda 3 Kasım'da yapılacak erken seçimlere ve partisinin yarısından vazgeçmeye razı olmak durumunda kaldı. Ama sağlık durumuna rağmen yine yılmadı. Kendi bildiği ve bellediği yolda devam etmeye kararlı görünüyor. İşte bu hal ile hep birlikte seçimlere gidiyoruz! Etrafımıza bakıyoruz, vizyon ve vokasyon sahibi siyaset ve devlet adamlarını arıyoruz. Bu konuda pek de fakir olmadığımızı sevinerek gözlüyoruz. Dünyanın sancılı bir bütünleşme ve küreselleşme sürecine ayak atmak üzere olduğumuz bu sırada vizyon ve vokasyon sahibi siyaset ve devlet adamlarına o kadar ihtiyacımız var ki, bunları mutlaka bulacağız! Bu konuda örnekler aramak için çok eskilere gitmeye gerek yok. İkinci Dünya Savaşı sonrasının kömür-çelik, atom enerjisi ve Avrupa ekonomik topluluklarını oluşturan altı devletin akıllı insanlarını, savaştan ezik büzük çıkan, ama boynunu hiç eğmeyen ve "Müstakbel Avrupa"yı tarif ederken "Atlantik'ten Urallar'a kadar!.." diye iki kolunu havaya kaldırıp hançeresinin bütün gücü ile haykıran eski bir Fransız generalini hatırlıyoruz. "Avrupa Birliği bir siyasi partiler değil milli vatanlar Avrupa'sı olacaktır!.." sözlerini de buna ekliyor ve rahatlıyoruz. Bizden de bir örnek isterseniz, zamanın başbakanının "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar Türkçe konuşa konuşa!.." gidebilmenin büyük hazzını ve haklı gururunu yaşıyoruz!  Efendim, önümüzdeki 3 Kasım seçimlerine hayli gergin bir siyasi ortamda giriyoruz. İsteyelim istemeyelim, bu seçimler bütün dünyanın gözeleri önünde ve Avrupa Birliği ana teması üzerinde geçecek. Sonuçları, Türkiye'nin AB'ye katılım konusunda bir ön referandum niteliğini taşıyacak. TBMM'de AB'ye uyum kanunlarını destekleyenlerin siyasi partilere nispetleri bellidir. Bunun kamuoyuna nispeti ise seçim sonuçlarında daha belirgin hale gelecektir. Seçim mücadelesi şimdiden başlamış gibidir. İlk işaretler, bunun maalesef karşılıklı suçlamalara kadar varabileceği izlenimini vermektedir. Bundan kaçınabilsek ne kadar iyi olurdu! Bu seçimlerde vizyon ve vokasyon sahibi siyaset adamları elbette olacaktır. Bilinen ve denenmiş olanların yanı sıra ikisi dikkatleri üzerlerine çekmektedir. İkisi de ABD'den gelmiştir. Biri diplomat, öbürü yani daha yaşlı ve deneyimlı olanı uluslararası ünlü bir teknokrattır. Birincisi hazır ve düzenli bir partinin başına helikopterle inmiş, bagajında "Makul çoğunluk!" sloganı ile Merkez Sağ'daki dağınık oyları toplamaya çalışıyor. Öbürü, Ecevit koalisyonunda zor bir ekonomik programın kavalyesi olmak deneyimini kazanmış, kendisini soldaki dağınık oyları toparlamaya adamış durumda. İkisi de güçbirliği yapmak hevesini sergiliyor. Ama bir sonuç yok. AB ülkelerinde ardı ardına yapılan benzeri seçimlerde alınan sonuçlar ve değerlendirmeler üzerinde kısmet olursa haftaya durmak istiyorum.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.