Şubat ayı çelişkileri ile, bir süreden beri siyaset literatürümüzde iyice yerleşmeye aday görünüyor. Etkileri, tepkileri hâlâ hissedilmekte olan ünlü 28 Şubat'ın yanı sıra, bu yıl bir 19 Şubat olayı daha eklenmiş, MGK toplantısında Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında çıkan birikimli bir tartışma sonucu Başbakan ve diğer Hükümet üyeleri toplantıyı terk etmişler, MG toplantısı başlayamadan sona ermişti. Bu yüzden çoğumuzun yüreği ağzına gelmiş, kimse ne yapacağını, ne olacağını, ne söyleyeceğini bilemez hale gelmişti. Bu arada umut bağladığımız Ekonomik İstikrar Programı da ustalarının, bakıcılarının şaşkın gözleri önünde tümü ile çökmüş, dağılmış, borsa allak bullak olarak dibe vurmuş, bu arada vurabilenler de alabildiğine vurmuşlardı. Olan, millete, devlete olmuştu. Başımızı avuçlarımızın arasına alıp ne yapacağımızı düşünmekte iken, bir de baktık ki, Başbakan özel uçağına atlayıp Makedonya'nın Üsküp şehrine, Cumhurbaşkanı da yine özel uçağına rakiben Mısır'ın Başkenti Kahire'ye uçuvermiş!. Millet olarak insana ürküntü veren bir yalnızlık içinde kalmıştık. Ama bu arada düşündük, meğer kısa zamanda ne kadar da mesafe almışız!? (Daha 1955'te zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli Celal Bayar ve refakatinde bizler, İran'a yapılan resmi devlet ziyaretine, askeriyenin iki motorlu pervaneli Dakota uçakları ile ancak iki günde gidebilmiştik!..) Zaman meğer ne kadar çabuk geçiyor, teknik ne kadar da hızlı ilerliyormuş!. ABD Başkanı W. Bush Beyaz saraydan telefona sarılarak Başbakan Ecevit'i Üsküp'te aramış, bulmuş, kendisine ABD'nin her zaman yanında, yardımında olduğu müjdesini vermişti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'e gelince, o da Çankaya'ya avdetinde masasının üzerinde Bush imzalı aynı mealde bir mesajı bulmuştu. ABD Türkiye'nin yanında idi. Aradaki buzlar birden erimiş gibi oldu. Yarım kalan MGK toplantısı tam haftasında sanki arada hiçbir şey olmamış gibi sakin ve olumlu bir hava içinde yapılıverdi. Herkes Beyaz Saray'dan gelen mesajları kendine göre anlıyor ve algılıyordu. Aynı günde, belki aynı saatlerde başta Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Güvenlik danışmanı Condoloezza Rice olmak üzere ABD'li yöneticiler aralarında Irak meselesini, özellikle ambargo deliklerinin nasıl kapatılabileceğini tartışıyorlardı. Gözler Ankara'ya, çevrilmiş, Dışişleri Bakanı Powel, Suriye'ye kadar gelmiş, müttefiki Türkiye'ye de yardımcılarından birini göndermeyi yeterli görmüştü. Adam Ankara'da Dışişleri Bakanlığımızda temaslar yapmakta idi. Tam bu sırada, kimin aklına geldi ise aklı ile çok yaşasın, Amerika'da çok iyi yetişmiş, Dünya Bankası'nın Başkan Yardımcılığına kadar yükselmiş, liyakatli, dirayetli bir genç vatandaşımız, (Babasını yakından tanıdığımız Amerika'daki yeğenimiz Kemal Derviş) gelmiş. Ondan faydalanabileceği düşünüldü. Türkiye'ye çağrıldı. Eksik olmasın nazlanmadan geldi.. Kendisini bir "Kurtarıcı" gibi karşıladık, ağırladık. Bu durumdan ilk ve en çok şaşıran bizzat Amerika'daki yeğenimiz oldu. Gün görmüş, her hali ile kibar bir adamdı. "Bu kadarını hak etmedim" gibilerden utangaç laflar etti ise de kimseye dinletemedi. Medyanın estirdiği rüzgarın da etkisi ile nerede ise omuzlar üzerinde Ecevit'e götürüldü. Önce Merkez Bankası düşünülüyordu. Ama bu yeterli değildi. Ekonomik nitelikteki görevlerin tümü verilmek istendi. Koalisyonun sağdaki iki kanadı kanat çırparak baş kaldırdı. Şimdilik Hazine'nin de ilavesi ile yetinildi. Bu arada "Temiz Eller Kurulu" Başkanı Zekeriya Temizel görevinden istifa etti. Program "Sil baştan" edilerek yenisi hazırlanmaya başlandı. Eğer umut edilen dış kredi ve yardımlar gelirse yeni programın eskisinin yerine tıkır tıkır işleyeceğinden kimsenin kuşkusu yoktu. Her şey yoluna girecek gibi görünüyordu. Bu belki salt ekonomik açıdan doğru sayılabilirdi. Ancak, içinde bulunduğumuz krizin bir de siyasi boyutu olduğu ve bunun da şimdiki üçlü koalisyon koşulları altında çözümü pek kolay olmayabileceği unutuluyor gibi idi. Bu siyasi boyutun sadece iç tarafı idi. Bunun bir de dış ilişkileri, özellikle ABD ile Irak ambargosu üzerindeki görüş ayrılığı vardı ki bunun öncelikle halli her bakımdan "Öncelikler önceliği" niteliğini taşıyordu. Derviş, aynı zamanda doğru sözlü bir adamdı. Bildiğini gizlemeyi henüz bilmiyordu. Bunu, vedalarını yapmak için üç günlüğüne ABD'ye giderken açık açık söyledi. Şubat ayı geçti. Kaygıları, umutları devam ediyor. Bir zamanlar bizzat kendisi de bir "Umut" sayılan Sayın Ecevit durdukça bu böyle devam edecek gibi görünüyor. Ancak şurası bilinmelidir ki, yeni ekonomik istikrar programını kim ve nasıl hazırlarsa hazırlasın arkasında tam bir siyasi irade bulunmadıkça başarılı olması asla mümkün değildir.