Başbakan Yunanistan'a gitti. Batı Trakya'daki Türkler'e bir yudum can suyu verebilmek için Gümülcine'ye kadar uzandı. Oradaki soydaşlarımız tam elli yıldır bunu bekliyorlardı. Giderken siyasi nezaket gösterdi, ev sahibine "Eğer bu ziyaret sizi rahatsız edecekse vazgeçerim" dedi. İyi ki gitti. Türk toplumu nerede ise susuzluktan kurumak üzere idi. Türkiye'den üst düzeyde ilk ziyaret 1952 yılında 3. Cumhurbaşkanı rahmetli Celal Bayar tarafından yapılmıştı. Onlara "ahali mübadelesi dışında kalan Batı Trakya Türkleri'nin Türkiye'nin orada bir vediası olduğunu ve iki ülke arasındaki iyi ilişkilerin bir güvencesini oluşturduklarını" söylemişti. Aradan 52 yıl geçti. Meriç nehrinden çok sular aktı. Gün oldu savaşın eşiğine geldik. Gün oldu İsmail Cem ile Yorgo Papandreu'nun Ege kıyılarında, ceketlerini atarak karşılıklı Zebetiko, Zeybek oynadıklarını seyrettik. Bize göre ikisi de gerçekçi değildi. Asıl gerçek olan, iki milletin maşeri şuurlarına hakim olması gereken "akıl" yolundan geçiyordu. Ne Türkler, ne Yunanlılar birbirine düşmanlıktan bir şey kazanamazlardı. İşte, tarih, eskisi ile yenisi ile ve bütün haşmeti ile önümüzdedir. Tarihi perspektif tünelinin gerisine doğru bakarsanız, Malazgirt ve Bizans'ın sonunu, Fatih Sultan Mehmed'i görürsünüz. 1800'lü yılların sonlarından bugünlere bakarsanız Mora isyanını, Yunan istiklalini, İngiliz gemilerinin içinde İzmir'e çıkarılan tümen tümen Yunan askerlerini, Türk kurtuluş savaşlarını, Dumlupınar'ı, Mustafa Kemal'i, esir alınan Yunan generallerini görürsünüz. Lozan barış müzakerelerinde İnönü Savaşları kahramanı İsmet Paşayı, dazlak ama ziyadesi ile kurnaz kafalı Venizelos'u ve Lord Curzon'u görürsünüz. İkisi de iyi niyetli İsmet Paşayı akıllarınca aldatmaya çalıştılardı. Lozan Antlaşmasının 36-41. maddeleri Türkiye'de mübadele dışı kalacak Rumlar'ın haklarını sayar, sonuncu madde ise bütün bu hakların Batı Trakya'da kalacak Türkler'e aynen uygulanacağını hükme bağlar. Venizelos, İsmet Paşa'nın koluna girip yarım yamalak Girit Türkçesi ile yalvar yakar olur. "Eğer Türk dersek orada Bulgarlar da var. Onlar da aynı hakları isterler veremeyiz başımız belaya girer, Türk yerine "Müslüman" tabirini kullanırsak maksat hasıl olur. Zira orada Türkler'den başka Müslüman yok!.. Artık bundan böyle dost yaşayacağız, bu ricamı kabul et!" der. Rica kabul olunur. Gün olur, Yunan hükümetleri Batı Trakya'daki Türkler'i inkâr etmeye kalkışır "Orada Türk yok Yunan vatandaşı Müslüman var" demeye kalkar! Bizim Başbakanımız gider, Batı Trakya Türkleri'ne bir Devlet adamına yakışır şekilde soydaşlarımızın Yunan vatandaşı olduklarını hatırlatırl. Ama anlaşmaya aykırı olarak Yunan makamlarının atadıkları müftülerle aynı yemek masasına oturmak istemez. Anlayabilen oldu mu? Bilmiyorum. *** AB'ye aynı tarihlerde aday olmuştuk. Birbirimize destek olacaktık. Bizim ayağımız sürçtü. Takıldık. Ankara Anlaşmasına göre onların girmesinde söz hakkımız vardı. Kullanamadık. Sonra AB'ye katılmak gayretlerimizde onların desteği yerine SMİTİS'in sinsi sinsi veto köstekleri ile karşılaştık. Şimdilerde iki kuruculu bir Kıbrıs sorunu ile karşı karşıyayız. Sonunun ne olacağını bilenimiz yoktur. Her iki ülkede iyi niyetli devlet adamlarının bulunması bir şanstır. Ama politika da yeterli değildir!.. Yine aldanmaktan aldatılmış olmaktan korkarım. *** Fener Patrikhanesi'nin Türkiye'den çıkarılması kabul olunmuştu. Lozan'da Lord Curzon ortaya çıktı. İsmet Paşa'ya "Ey muzaffer kumandan sizden bir ricam var... Münhasıran İstanbul'daki Ortodoksların ibadetlerini temin edebilmek için Patrikhanenin İstanbul'da kalmasına lütfen müsaade buyurmanızı istihram ediyorum!" dedi. İnönü, cevap verir: "Bu sözlerinizi senet ittihaz ediyorum, maddeyi geri çekiyorum!" diyor. *** Sevgili okurlarım, sakın yanlış anlaşılmasın; Türk-Yunan işbirliğine ve dostluğuna belki hiç kimsenin olmadığı kadar taraftarım. Ama bunun karşılıklı olmasına inanırım. Aradaki yanlışların; ders kitaplarından başlayarak düzeltilmeye çalışılmasını isabetli bulurum. 1933 yılında Galatasaray'da ortaokul talebesi iken otuz kişilik bir grup halinde davetli olarak bizleri Atina'ya götürmüşlerdi. Bir yatılı okulda misafir kalacaktık. Bizlere yakası Türk bayraklı ceketler yaptırmışlardı. Gittik kalacağımız okulun yatakhanelerine varıncaya kadar bütün duvarlarda Türk askeri yerlerde, ellerinde süngüleri ile onların üzerine basan Yunan askerleri görünüyordu. Birden isyan bayrağını çektik. Bu okulda kalmayız dedik. Bizi uyarmaya gelen Sefirimizi dinlemedik. Aris diye bir otele gittik. Hepimizin cebinde 15'er lira vardı. Yeter de artardı. Daha da çok arttı. Zira sonunda otel paralarımızı sonraları Dışişleri Bakanı olan Averof'un babası ödemiş... Zaten tesadüfen otel de onun imiş. Sokaklarda ay yıldızlı elbiselerimizle dolaşırken kimileri "zito" diye bağırdı. Kimileri ise arkamızdan taşlar atmıştı!..