Avrupa Birliği ülkelerinde bir süredir belirgin bir huzursuzluk yaşanıyor. Varoşlardan başlayarak dalga dalga büyük şehirlere, metropollere doğru taşıyor. Tarih boyunca bu, hemen her yerde, hep böyle başlamış, benzer şekillerde sonuçlanmıştır. Eskiden ayaklanmalar, başkaldırmalar, ihtilal ve inkılâplar ya dargelirli vatandaşların yaşadığı varoşlardan başlar, hükümet merkezlerine kadar yaygınlaşır, yahut da silahlı kuvvetlerin yeni bir hiyerarşi içinde yeni bir yönetim düzeninin kurulması ile son bulur... İkisinde de sebepler değişik amaçlar müşterektir. Her ikisinde kısa veya uzun süreli bir yönetim elde edilmiş sayılır! Bu çeşit öfkeler, karşı koyma, başkaldırma gibi hareketlerin ikisinde de sebepleri iyi anlayabilmek ve doğru bir teşhis koyabilmek için öfke veya huzursuzluğun kaynaklarına kadar inmek gerekir. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde askerî konular kendi bünyeleri içinde ve demokrasiye uygun biçimde çözüme bağlanır. Varoşların öfkesi ise -tarihî gelişime bakılacak olursa- çoğu zaman ekonomik ve politica sosyal nedenlerle izah edilir. Bu defa durum değişmiş araya bir de sosyolojik ve psikolojik nedenlerin karıştığı ve bu sonuncuların daha da ağır bastığı görülmüştür. Bu gözlem kanaatimce AB gelişmesi bakımından da sevindirici sayılmalıdır. Dünyanın derlenip toparlanmaya başladığı, birleşme bütünleşme, küreselleşme sürecine girmiş olduğu bir konjonktür içerisinde başka türlü düşünmek zaten mümkün olamazdı!.. AB zimamdarları ve yönetici durumunda olanların sevinmeleri gerekir. AB'ye katılım müzakerelerine fiilen başladığımız bir günde bizim için de sevindirici ve güven verici olarak değerlendirilmelidir. Türkiye; coğrafi yönünü bir tarafa bırakınız, her bakımdan engebeli, badireli bir coğrafya üzerinde yerleşmiştir. Günümüzde Şemdinli olayları diye isimlerdirmeye, sindirmeye ve sınırlamaya çalıştığımız olaylar, aslında bu bölgede bir arada birlikte tam bir eşitlik içinde yaşatmaya çalıştığımız Türk ve Kürt kökenli vatandaşlarımız arasında çeşitli amaç ve nedenlerle çıkarılmak istenen güvensizlik ortamının bir sonucudur!.. Hükümet ve asker böyle çift taraflı provokasyonlardan dikkatle uzak, kararlı bir tutum içinde görevine devam etmelidir. AB'ye katılım müzakerelerinin başlama tarihine rastlayan böylesi provokasyonlar ileride daha da artabilir. İki taraflı bir oyuna kapılmamak için bir bütün halinde dik duralım. Milli Mücadele sırasında gelişen olayları yurt dışından izlemeyi içine sağdırabilen bazı siyaset adamları Mustafa Kemal'e bir gün bir mektup yazarlar: "Bir Misak-ı Millidir tutturmuş gidiyorsun! Nedir bu Milli Misak dediğin? Hangi vilayetlerimizi kaplar?.." Mustafa Kemal Atatürk'ün seyahat etmekte olduğu treni bir istasyonda durdurup telgrafla verdiği cevap kılıçtan keskindir: "Üzerinde Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilayetlerimiz Milli Misakın içindedir!.." Bu telgraf üzerine telaşlanan Hatay Cumhuriyet Başkanı Tayfur Sökmen bir telgrafla sorar: "Ya Antakya ve İskenderun sancakları ne olacak?" Mustafa Kemal Atatürk'ün cevabı aynı ciddiyettedir: "Bu iki sancak yeni kurulacak cumhuriyetin bir vilayeti olarak kalacaktır..." Nereden nereye? Bizim mülkiyede bir Anayasa hocamız vardı. T.C.'nin en genç Adliye Bakanı idi. Her derse aynı heyecanla gelir, Anayasa kavramını tek bir kelimenin kanatları üzerinde "Devlet! Devlet!" diye özetlerdi. Öyle içten anlatırdı ki heyecandan hem kendi ağlar hem biz öğrencilerini ağlatırdı! "Ya Devlet Başa, ya Kuzgun Leşe!.." diye başlar takririni yine aynı atasözü ile bitirirdi!.. Rahmetli Hocam Mahmut Esat Bozkurt'un bu sözlerinden alınacak çok ama çook dersler vardır! Bu hafta sizlere Paris varoşlarından, o vesileyle tanıdığım AB Komisyonu yeni başkanı, mükellef devlet adamı Portekiz eski Başbakanı Alvaro Jose Maria de Alborroso'yu anlatacaktım ama kalem yine sürçtü. Bilgisayarın tuşları elimin altından kayıverdi. Kısmet ise haftaya bir deneriz!..