Ekonomi, ahlak ve refah ilişkisi...

A -
A +

Son yıllarda pek çok mecrada ekonominin sorunlarına dair konuşma yaparken herkesin sorduğu bir soruya hep aynı cevabı verirken buluyorum kendimi.
“Size göre ekonomideki en büyük sorun ne?”

 

Ahlak!

 

İlginç olan şu ki, bu cevabımdan hiç kimse hoşlanmıyor, böylece, verdiğim cevabın doğru olduğunu anlıyorum. Farklı ülkelerdeki tecrübeleri de dikkate aldığımızda, ahlaki bozulmanın önce popülaritesi yüksek faaliyetlerde başladığını görebiliyoruz. Spor, siyaset, müzik hatta edebiyat bu ahlak tartışmasının dışında olmayan konulardan. Bunun hemen ardından iş dünyası, bürokrasi ve orduyu da sayabilirsiniz.
Gelişmiş ülkeler bu yozlaşmanın acı veren tecrübelerinden geçmiş oldukları için, gelişmekte olan ülkelerin göz ardı edebilecekleri küçük bir kurumun en küçük faaliyetinde bile ahlakın yozlaşmasına müsaade etmiyorlar, hatalarından ders çıkarmayı tercih ediyorlar. Gerçi bugün gelişmiş ülkeler de ahlak açısından kötü bir sınav veriyorlar, bunu da belirtmeliyim.

 

IMF yani Uluslararası Para Fonu’nun 2018 yılında yaptırdığı bir araştırmaya göre yolsuzluğun arttığı ülkelerde eğitimin sürekli geri gittiği görülüyor. Çünkü bu ülkelerde gençler ve aileler yaşadıkları ortamda eğitim/liyakat sahibi olmanın, toplum içinde yer veya varlık edinmek için gerekli olmadığını düşünüyorlar. Bu ülkelerdeki en varlıklı iş insanlarının ve hâkim durumdaki yöneticilerin eğitim ve varlık seviyeleri arasındaki uyumsuzluk, adalet sistemindeki çarpıklık yanında özgürlüklerin kısıtlı olması, ebeveynler için mezuniyeti eğitimden daha önemli hâle getiriyor. Yani göreceli olarak her yıl daha fazla para ödeyerek okuttukları çocuklarının, iyi bir eğitim görmesinden ziyade okulu bitirip hayata atılmalarını daha fazla tercih ediyorlar.

 

Yolsuzluğun yüksek seviyede yaşandığı ülkelerde, en varlıklı kişilerin ülke varlığından da çok büyük pay aldıkları gözüküyor. Credit Suisse’in her yıl yayınladığı “Küresel Refah Raporu” bu çarpıklığı net şekilde gösteriyor. Gelişen ülkelerin önemli bir kısmında en zengin %10’luk kesimin toplam refah içinde %75 ila %85 arasında paya sahip olduğu görülüyor. Ancak, bu ülkelerdeki dolar milyarderleri ya da milyonerlerinin sayısı, sürekli yaşanan kriz sebebiyle dalgalanıyor. Sanayileşme, teknoloji ve nihayetinde inovasyon konusunda küresel liderliği elinde tutan ülkelerin refah sıralamasında sürekli ilerledikleri görülüyor. Hatta arayı giderek açıyorlar. Bu da eğitim konusunda ve öncesinde yolsuzluk/ahlak meselelerinde gösterdikleri ciddiyetten kaynaklanıyor dersem çok da yanlış olmayacaktır...

 

Günümüz dünyasının retoriklerinden biri de millî gelir büyüklüğü ve nüfus üzerinden siyaset yapmak. Eğitimde başarılı olmuş ve kalkınmada öncülük yapan ülkelerin birçoğu millî gelir sıralamasında ilk 10’da değil. Nüfus olarak da oldukça gerideler. Bu gerçeğe rağmen, birçok gelişmekte olan ülkede siyasetçiler, az gelişmiş ülkelere ait söylemleri kullanıyorlar. Nüfusu ve millî geliri artırmayı başarı olarak göstermeye çalışıyorlar.
Üniversitedeki öğrencilerime, tüm kaynaklar açık şekilde sınav yaptığım için, arada sırada kendi muhakemelerini geliştirecek bazı sorular sorarım. Sınav ortamı, biraz da “baskı” unsuru barındırdığı için hem verdikleri cevaplar hem de o sırada öğrendikleri akılda kalıcı olur. Mesela şu soruyu soruyorum:
“Bir ülkede yaşamayı hayal etmek için, nüfus ve millî gelir üstünlüğü yeterli midir?”

 

Hatta bazen soruyu biraz daha çeşitlendiriyorum:

 

“Bir ülkede yaşamayı hayal etmeniz için o ülkede hangi şartların var olması gerekir?”

 

Aslında bu satırları okuyan sizler de bir kâğıt alıp ya da bilgisayar/akıllı telefonlarınızı açıp 1 dakika içinde aklınıza gelenleri sıralayabilirsiniz. Göreceksiniz ki ne nüfus ne de millî gelir büyüklüğü bu listede yer almayacak.

 

Hemen hemen herkes elbette refahın var olduğu, eşit şekilde dağıldığı, eğitimli, nazik insanların yaşadığı, kurallara uyulan, özgürlüklerin yüksek seviyede olduğu, adaletin üst seviyede ve her yerde eşit şekilde dağıtıldığı, sağlık-kültür-sanat-sağlıklı hayat konusunda ilerlemiş ve tabii ki doğal zenginlikleri olan bir ülkeyi tercih eder. Mantıklı bir tercih listesi de bu şekilde oluşur.

 

Maalesef az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde siyaset yapanlar tercih listesinde belirtilen bu güzelliklerin büyümeyi hızlandırarak veya nüfusu artırarak sağlanacağı konusunda ciddi bir bağnazlık içindeler. Hâlbuki eğitim, adalet ve özgürlükler nüfusu ya da parayı büyüterek elde edilecek unsurlar değildir. Bunlar tercih ve/veya öncelik meselesidir.

 

Benzer hatayı bu ülkelerdeki iş dünyası da yapmaktadır. Siyasetin meslek hâline geldiği ve bu sebeple sürekli seçim

 

yaşayan ülkelerde, her seçimden sonra “Şimdi sıra ekonomide” diye açıklama yapan iş dünyası yaşanan olumsuzluklara katkıda bulunmaktadır. Bir ülkede adalet, özgürlük ve eğitim arzulanan seviyeye gelmeden hiçbir çarpıklığın düzelmeyeceği gibi, ekonomi de düzelmeyecektir...

 

Özetle, yeterli miktarda kalabalığı arkasına alan her kişi ya da grup, postmodernizm ile de cilalanan “Çoğunluğun Tiranlığı’nı” kendi emelleri için kullanma imkânına sahiptir. Bugün yaşadığımız sorunu bu şekilde özetleyebiliriz.

 

Ekonomiden diplomasiye kadar rasyonel olanı değil popüler olanı veya hoşa gideni tercih eden bir yönetim tarzı dünyanın neredeyse her yerinde hâkim olmuştur. Açıkçası 21. yüzyıl, geçen yüzyıla göre sorunların arttığı ama bu sorunlara karşı yöneticilerin duyarsızlaştığı bir dönem olarak daha şimdiden tarihte yerini almaktadır desem yanlış olmaz.

 

Not: Bu yazı rasyonel konuşmalarla göreve gelip irrasyonel işler yapmaya başlayan ekonomi yönetiminden esinlenmiştir. Kendinden öncekileri kötüleyip benzer işler yapmalarından bahsediyorum.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.