Geçenlerde İstanbul’da sürdürülebilirlik temalı bir marka buluşması oldu. Bir hafta içerisinde ikinci bir uluslararası konferansta söz alma imkânı buldum. Mesele sürdürülebilirlik olduğunda insanların konuya tam olarak hâkim olmadığını da fark ettim. Mesela konferansın yapıldığı otelin lobisinde beni gören bir tanıdığımın “Şu çevreyle alakalı toplantıya katılıyorsun değil mi?” diye sorması bile, daha katedeceğimiz çok yol olduğunu gösteriyordu.
Karşımdakine Birleşmiş Milletlerin sürdürülebilirlikle alakalı 17 maddesinden pek azının çevre ile ilgili olduğunu anlatmaya kalksam konferansa yetişemeyecektim, dolayısıyla zaman içerisinde ne olduğunu öğreneceğini umut ederek yanından ayrıldım. Ekonomist olduğumuz için belki de her konuda konuşma yetkisini kendimizde buluyoruz diye düşünüyorlar ama, bu tip toplantılara dersimizi çalışmadan çıkmıyoruz desem inanın. Ancak bu sefer toplantıya katılan ciddi sayıda şık giyimli profesyonelleri ve patronları görünce, bu kıymetli kadınlar ve erkekler için farklı bir giriş yapmayı uygun gördüm.
Önce “Kerem ve Dilara isminde olanlar ellerini kaldırsınlar” dedim. Baktım, dinleyenler arasında en az 50 kişi elini kaldırdı. Sonra da onlara güzel bir şehir hikâyesi anlattım:
Türkiye'de 17 milyon kişinin tek başına yaşadığını hatırlattım ve bu insanlardan biri olan Kerem’i şöyle tarif ettim:
Sabah kalktığında yaptığı ilk iş duş almak, ama su ısınana kadar 5 dakika duşu açık bırakmayı âdet edinmiş. Aslında tıraş olurken de aynısını yapıyor, sonra çevreye duyarlı olup olmadığını hiç araştırmadığı deodorant ve parfümü sürüyor. Birbirine benzeyen on adet takım elbisenin içerisinden bir tanesini seçiyor ve 20 gömleğin arasından en az yıpranmış olanı giyiyor. Ne de olsa deodorantı gömleklerinin koltuk altını sararttığı için dikkat etmek zorunda. Ayakkabı dolabındaki sayısız spor ayakkabısı bir tarafta, en az on çift olan iş ayakkabıları diğer tarafta duruyor. Bu sabah için özellikle bağcıklı olanını tercih ediyor ve son dokunuşu 'kravat ormanı'nın içerisinden günün anlam ve önemine uygun olanı seçerek yapıyor... Aşağıda statüsünü belirten bir benzinli araç var, şoför içinde bekliyor. Sıcak havalarda ve soğuk havalarda Kerem bunalmasın ya da üşümesin diye hareket etmeden 30 dakika boyunca şoför aracı çalıştırıyor. Kerem genç yaşında üst düzey bir profesyonel olduğu için, kıyafetlerinden otomobiline kadar her şeyi vermek istediği imaja uygun seçiyor. Şirketin asgari ücretle çalıştırdığı şoförle işine gidiyor. Şirketin uluslararası pozisyonunu sağlamlaştırmak amacıyla, Birleşmiş Milletler 17 maddelik sürdürülebilirlik hedeflerine varması için var gücüyle çalışıyor...
Aynı durum Dilara için de geçerli. O da genç yaşında Kerem gibi önemli yerlere gelmiş. Şirketinin sürdürülebilirlik konusundaki duyarlılığına ayak uydurduğunu göstermek için politikalar yazıyor, prosedürler uyguluyor. Evinde tek başına yaşadığı için ışıkları açık bırakıyor, sabah kalkar kalkmaz Kerem’le aynı davranışlarda bulunuyor. Dişini fırçalarken suyu açık bırakıyor, parfümünü seçerken çevreye duyarlılık dikkat ettiği bir detay değil, kendine ait bir çanta dolabı ya da yığınağı var. Bir 'ayakkabı kütüphanesi' olarak tarif edeceğimiz silsile içinden bir tanesini seçiyor. Satın almış olduğu ama hiç giymediği çok sayıda eşyası var. Sabahleyin 30 civarında birbirine benzeyen iş elbisesi içinden temaya uygun bir tanesini seçiyor. Aşağıda şoförlü arabası bekliyor, tabii ki elektrikli ama 30 dakika önceden mevsimine göre ya ısıtılıyor ya da soğutuluyor. Şoförü gece gündüz kullanıyor, tek başına yaşadığı için eli ayağı gibi olmuş ama çok düşük ücret karşılığında çok büyük bir mesai bekliyor ondan.
Kerem ile Dilara'nın bir ortak özelliği daha var: İkisi de “çocuklarımıza vakit ayıramadığımız için bari para ayıralım” diyen anne babalar tarafından büyütülmüşler. Bu sebeple fazla bir empati taşımıyorlar. Sürdürülebilirlik meselesini sadece bir görev veya kariyer amacı olarak görüyorlar. Yani özetle meslektaşları ya da diğer firmalarla alakalı bir rekabet unsuru gibi değerlendiriyorlar...
Ben böyle anlatırken konferansı dinleyenlerin hem güldüğünü hem de “yok artık” diye tepki gösterdiğini gözlemledim. Kerem ve Dilara isimleri bahane tabii, buna Amerika Birleşik Devletleri'nden Avustralya’ya kadar başka isimlerle örneklendirsem pek de yanlış olacağını sanmıyorum.
İşin aslı şu ki sürdürülebilirlik kavramını istikrarla karıştıran çok kişi var. Birleşmiş Milletlerin özene bezene hazırladığı 17 madde aslında birbirini tamamlar nitelikte. Buradaki sıkıntılı tek konu ekonomik zorluklar içerisinde yaşayan ülkelerde firmaların bu ilkelerle beraber farklı bir seviyeye çıkacaklarını bilmelerine rağmen, kaynak sıkıntısı sebebiyle öncelik meselesi hâline getirmemeli. Diğer taraftan bu konuda maddi güce sahip olan ve gerçekleştirmeye muktedir olan firmalardaki profesyonellerin meseleyi yeni bir hayat seyri veya modeli gibi değil, check-listteki maddeler gibi gördüklerini anlıyoruz. Yine de büyük ilginin var olduğunu, düzenleyici otoritelerin ticaret hayatına bu 17 ilke ile alakalı şartlar getirdiğini görerek mutlu oluyoruz.
Şimdi küresel duruma bir göz atalım: Kent nüfusunun kırsal nüfusu milyarlarca kişi geride bıraktı bir süreçte, kent merkezlerinin %90'ından fazlası su kenarlarında toplanıyor. Bu savunmasız kıyı bölgeleri iklim değişikliği ile beraber büyük risk altında. Sadece Türkiye'de değil dünyanın pek çok ülkesinde tek başına yaşayan insanların sayısının arttığını görüyoruz. Dolayısıyla yazının başında verdiğim örnekler çerçevesinde şirketlerin kritik karar alıcılarının risk altında yaşadığı değişik bir süreçten geçiyoruz desem yanlış olmaz...
Kadın erkek eşitliği, çocukların ve gençlerin gıdaya ulaşımı, çevre felaketleri, kaliteli hayat konusundaki başarısızlıklar, eğitimin niteliği sorunu, temiz su ve sanitasyon konusundaki sonuçsuz çabalar, belki de en önemlisi insana yakışır bir iş ve ekonomik büyüme modelinin henüz ortaya konulmamış olması, birçok soru işaretlerinin ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Bazı ülkeler için imperatif yani zorunlu, bazı ülkeler için kalitatif yani eğitim düzeyine bağlı, birçok ülke için dekoratif olan 17 ilkenin tamamına inanan benim gibi ekonomistler bile amaca ulaşmanın ne kadar zor olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyor. Özellikle en başta Almanya olmak üzere, Avrupa ekonomisinin zorluklar içinde olması, ABD’de seçim sonrası ile ilgili muammanın devam etmesi, gelişmekte olan ülkelerin de kalkınma değil büyümeye odaklanması sebebiyle bu konuda daha yapacak çok kişi olduğunu, fakat devrimin tavandan tabana değil, tam tersine tabandan tavana yani öncelikle bireylerin inanması ve tatbik etmesi ile başarılabileceğini söylesem, pek de yanlış olmayacaktır.