Bugün, babasının arzusuna rağmen, bir ideal uğruna okuyup, bu ülkeye hayırlı bir insan olmak için gayret gösteren bir mühendisin yıkılan hayallerini paylaşıyoruz. "Toroslar'da insanların bir avuç toprağa hasret olduğu dağların arasında dünyaya gelmişim. Yerleşik hayata geçtikten sonra dedelerim toprağa pek bağlanmamışlar. Bu nedenle rahmetli babam hep toprak için mücadele etmiş. Ormandan tarla çıkarmış. Bu nedenle sürekli mahkemelerle uğraşmış. Ben doğduktan sonra "oğlum hakim olacak" demiş. Şehirde gördüğü tek önemli kişi hakimmiş. Çünkü toprak mücadelesinde karşısına hep hakim çıkmış. Beş sınıfın birarada eğitim gördüğü tek derslikli köy ilkokulundan sonra şehre gönderdiler beni. Tek odalı bir kulübede kaldım. Tuvalet hariç herşey o tek odanın içinde. Şehri hiç görmemiş 11 yaşında bir çocuk tek odalı kulübede tek başına... Üstelik 1980 öncesinin o hareketli günlerinde. Dile kolay geliyor söylemek ama sıkıntılı ve mihnetli geçen yıllar sonunda ortaokul ve lise bitti. Ama bizde hakim olacak durum yok. Kafada mühendislik var. "Çünkü ülkenin yatırıma ihtiyacı var, mühendise ihtiyacı var" diye düşünüyorum. Sınava girdik ve mühendisliği kazandım. "Okurken ne iş yaparım?" diye düşündüm. Toprak ve su. Bunların Anadolu insanı için ne kadar önemli olduğunu çok iyi biliyordum. Ülkenin insanlarının bunlara ihtiyacı vardı. Bu nedenle daha üniversitede okurken çalışacağım yeri seçmiştim. "Ben DSİ'de çalışacağım." Çalışmaya başladım. Susuz arazilere sulama projeleri yaptıkça mutluluğum bir başka oluyordu. O, susuzluktan çatlayan topraklara suyu verdikçe... O yeni yapılan kanallara suyu verince suya üşüşen hayvanları gördükçe insan bir hoş oluyordu. Olmasına oluyordu ama olmayan birşeyler vardı. İnsanın çalışma azmini kıran, ideallerini törpüleyen, hatta bitiren bir şey... Bu, ne yazık ki işe göre adam değil, adama göre iş politikasıydı... Nice zaman yanımda çalışan ve hiçbir sorumluluğu olmayan insanların bir de bakmışsınız, bir vesile ile benim başıma müdür tayin edilmeleri onuruma dokunuyordu. Öte yandan benim emrimde çalışanların benden daha fazla ücret almaları onuruma dokunuyordu. Artık bunları düşündükçe çalışmaktan soğumuştum. Hatta öyle ki sabahları işe gitmek bir işkence olmaya başladı. Böyle olmayacaktı. Bu düşüncelerimi birilerine açmalıydım. Konuşmalıydım bunu... Ama ne konuşmak... Anında tepki aldık. İşçi sendikaları temsilcileri ve siyasiler tarafından tehdit bile edildik. "Yazalım" dedik, Yine bu kişiler tarafından hainlikle suçlandık. Neymiş ,"Biz mühendisler de devletin imkanını kullanıyormuşuz, bu yetmezmiymiş bize?" Peki neymiş bu imkanlar? Lojmanda oturmakmış. Kaç kişi oturuyorsa? Masamızda bilgisayar varmış. Bu bilgisayarları sanki kendi işimiz için kullanıyoruz. Nasıl bir imkansa anlayamadım. Ama amaçları sadece para, koltuk ve menfaatleri için devleti kullanmak olan bu insanlar böyle düşünüyorlarmış. Haklılar da, çünkü arkalarında sendikaları, siyasi partileri falan filan var. "Artık devlete karşı olan inancım ve güvenim yok oldu. İşime karşı saygım ve hırsım yok oldu. Kendimi tüm hayalleri yıkılmış idealleri yok olmuş bir mühendis olarak görüyorum." Antalya Defterdarı merhum Abdullah Çağlayan'ın 1943 yılında yazdığı şiirde dediği gibi mi olmak lâzım acaba?!.. Bir yolsuzluk görünce köpürme, isyan etme, Bir hak için kendine, "dik başlıdır" dedirtme, Doğru yolu dostuna göster ama, sen gitme! Ne derlerse "huuu..." diye salla hemen başını, Dilini tut, uslu dur, al gitsin maaşını... Bir güvercin eder mi atmacalarla yarış, Öğrenmeden, "dünyayı gezdim" de "karış karış," Vazgeç hak sevdasından sen de kervana karış, Ne derlerse "huuu" diye, salla hemen başını, Gerdan kır, belini bük, al gitsin maaşını...