Hac farizasını yerine getirmek için mukaddes topraklara gitmek bize de nasip olmuştu... Çok şükür kimseye borcumuz yoktu. Ama üzerimizde hakkı olan veya olması muhtemel eş dost akraba ile helâlaşmıştık. Annemizin babamızın ve büyüklerimizin ellerini öperek, günahlarımızın bağışlanması için dilimizin döndüğünce dua ve istiğfarlarımızı yaparak yola çıkmıştık. İhrama girme yeri olan ''Mikat'' sınırına gelmeden önce gerekli vücut temizliğimizi yaptık. Üzerimizdeki tüm elbiseleri çıkarıp ihrama bürünmek sanki bu dünyaya gerçekten hayatta iken veda etmek gibi bir duygu veriyordu. Çünkü üzerimizde sadece ''İzar'' ve ''Rida'' denilen iki parça örtü olacaktı. Bu bembeyaz iki parçaya sarınacaktık. Ne mübarek bir duyguydu, ne heyecan vereciydi. ''Mikat'' sınırında ''ihram sünneti'' niyetiyle iki rekât namaz kılıp hacca niyet ederek telbiye getirdik. İhrama girmiştik artık. Mekke'ye vardığımızda gusül abdestlerimizi aldık. Harem-i şerife giderek Kâbe-i şerifin etrafında tavafımızı yaptık. Safa ile Merve arasında sa'yimizi yaptık... İhramlı olarak bir süre Mekke'de kalıyorduk. Burada kaldığımız süre içinde mümkünse namazlarımızı Harem-i şerifte kılmak, fırsat buldukça Kur'an-ı kerim okuyup, ibadet etmek için gayret edecektik. Unutamayacağım anımı da burada yaşadım... Bir ikindi üzeriydi ve her zamankine göre biraz tenha bir vakitti. İbadetlerimizi yapıp biraz dinlenmeye geçmiştik. Her milletten insan vardı. Çevreye alışınca, değişik ülkelerden nice insanın mescitte bize göre daha rahat hareket ettiklerini görmüştüm. Bu yerler mukaddesti. Biraz daha derli toplu olunması edeptendi. Ama değişik milletten değişik kimselerin kendi alışkanlıklarına göre rastgele oturduklarını, uzandıklarını hatta uyukladıklarını görüp şaşırmıştım. Elbette sürekli ibadet anında insanı rehavet basmıyor değildi. Bazen gözlerimizin ağırlaştığını kabul etmeliyim. Ama özellikle oranın yerli halkının davranışlarının sıradan da öte hali yüreğimi dağlamıştı. Okuduğu Kur'an-ı kerimi baş altına yastık yaparak uzanıp uyuklayan kimselerin haline şaşırmıştım. İbadet ve taatını yapmış, bir Türk hacı da rehavet sebebiyle olsa gerek şöyle uzanmıştı. Kolunu da başına yastık yapmıştı. Üstelik diğer milletlerdeki kimi hacılar gibi ayakları ne tarafa denk gelirse değil, kıbleye gelmeyecek şekildeydi. İşte o esnada bir şey oldu. Başında Osmanlı sarığı gibi haşmetli bir sarık, uzun boylu bir Arab'ın ayak ucuna yaklaşıp ayağıyla bu hacıyı dürttüğünü gördüm. Türk hacı bu ikaz ile şöyle bir toparlandı. Oturuma gelerek "Ne oluyor? Ne var?" dedi. Uzun boylu, giyimi kuşamı temiz, sakalı bizim Türklerin sakalı gibi, bu Arap ikazda bulundu: -Yatma kalk! Doğrusu enteresan bir durumdu. Kocaman alanda herkesin serbest hareket ettiği, hatta yatıp uyuduğu bir yerde bu Arap bula bula bizim Türk hacıyı mı bulmuştu? Nitekim ikaz edilen Türk hacı da bu şaşkınlığını dile getirdi: -Baksana herkes uyuyor. Bir beni mi gördün? O meçhul Arap, oturur vaziyetteki Türk'e doğru eğildi. Acıma ve esef duygusuyla başını iki yana salladı... "Bana ne ellerden!" der gibi elini hareket ettirdi... Ardından çok şuurlu bir şekilde, uzun iki parmağını Türk hacının göğsünde dikili olan Türk bayrağının üzerine iki defa üst üste bastırdı... Sonra kararlı gözlerini, şaşkın vaziyette kendisine bakan Türk hacının gözlerine dikerek şu üç anlamlı kelimeyi söyledi. -Siz bari uyumayın! Sert adımlarla çekti gitti... Öyle bir ses tonuydu ki yerimde titredim. Oturduğum yerde yeniden toparlandım. O andan itibaren memleketimize dönene kadar o söz sürekli beynimde yankılanıp durdu: -Siz bari uyumayın... Biz kimdik? Uyumak ne demekti? Bu Arap neyi kast etmişti? Asırlarca bu dine ve bu mukaddes topraklara layıkıyla mihmandarlık eden bir millettik. Tabii ya, bizden sonra bu coğrafya ne haldeydi... İsmail Bayar-Ankara > Yazışma adresi: Türkiye Gazetesi İhlas Medya Plaza 29 Ekim Caddesi, 34197 Yenibosna/İstanbul Faks: (0212) 454 31 00